29 Nisan 2010 Perşembe

'Amele Bayramı'ndan kanlı ve gazlı 1 Mayıs'lara

Emek hareketinde 8 saatlik iş talebiyle başlayan mücadelesi 120. yılında devam ediyor. 1850'lerde başlayan emek mücadelesi Türkiye'de 1920'lerden bu yana devam ediyor. 1977'de onlarca emekçinin Taksim Meydanı'nda katledilmesi ile yeni bir boyut kazanan 1 Mayıs bu yıl 32 yıl aradan sonra yeniden Taksim'de kutlanacak. 1977 kanlı 1 Mayıs'ını anlatan tanıklar, 'Bir yerden ateş ediliyor, diğer yerden ses bombası atılıyor, diğer taraftan su sıkılıyor. Ve bunu yapanlar güvenlik kuvvetleri. Polis alanı kapattı ölümler arttı' dedi.
Avustralya'nın Melbourne kentindeki taş ve inşaat işçileri, 1856'da 8 saatlik işgünü talebiyle bir günlük iş bırakma kararı aldı. İşçiler 21 Nisan günü Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüyüş düzenledi ve her yıl tekrarlanmasına karar verildi. 1881'de yarım milyon işçiyi temsilen kurulan Örgütlü Meslek ve Emek Birlikleri Federasyonu, 8 saatlik iş günü mücadelesini ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla mücadeleyi yükseltmeye başladı. Avustralyalı işçileri izleyen Amerikalılar oldu. Chicago'da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyeleri, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ı grev ve 8 saat uygulamasını fiili olarak hayata geçirme günü olarak belirledi. 1 Mayıs 1886'daki greve yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentucky) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. Grev ve gösteriler 1 Mayıs'tan sonra da sürdü. İşçilerin çoğu 3 Mayıs'ta sokaklara çıktı. Chicago'da Mc Cormick'e ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler de miting yaptı.
120 yıldır işçilerin kesintisiz bayramı
40 bin işçinin katıldığı miting sona ermek üzereyken Mc Cormick fabrika düdüğünü çalarak, içerdeki grev kırıcıları dışarı çıkarttı. Grev kırıcıları protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. İşçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine neden oldu. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs'ta Hay Market Alanı'nda miting düzenlendi. Tam miting dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Hemen polisin önünde patlayan bomba nedeniyle 7 polis öldü, 69'u ise yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı, işçi liderleri Albert Persons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies idam edildi. İşçi önderlerinin cenaze törenine 100 binlerce kişi katıldı. Uluslararası İşçiler Kongresi (II. Enternasyonal) 1889'da Paris'te 400 delegenin katılımıyla toplandı. Kongrede sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ın, 'Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü' olarak kutlanması kabul edildi.
'Amele bayramı Türkiye'de ilk defa İzmir'de kutlandı'
Türkiye'de 1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde 1905 yılında İzmir'de kutlandı. 1920'de ise işgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. 1 Mayıs' 1921'de ise İstanbul'da hemen hemen bütün işçiler, özellikle Şirket-i Hayriye, Seyrü Sefain, Haliç İdaresi ve Tramvay Şirketi çalışanları kutlamalara katıldı. Binlerce işçi Saraçhane'de toplanarak, Hürriyet Tepesi'ne kadar yürüdü. 1923 1 Mayıs'ında çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler, 'yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs'ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı' talepleriyle greve çıktı. 1924 kutlamaları Türkiye Amele Birliği tarafından örgütlendi. Gösteriler engellenmek istendi ve tutuklamalar başladı. Türkiye tarihinde yasaklı 1 Mayıslar başlamış oldu. 1925'te çıkartılan Takriri Sükun Yasası ile birlikte 1976!ya kadar 1Mayıs kutlamalarına izin verilmedi. 1 Mayıs'ı kutlayanlar 'vatan hainliği' suçlanması ile yargılanır oldu.
İlk kitlesel 1 Mayıs 1976 kanlı, kanlı 1 Mayıs 1977
DİSK'in öncülüğünde 1976 1 Mayısı'nda emekçiler Taksim Meydanı'nı doldurdu. Türkiye'nin en kitlesel 1 Mayıs'ında Saraçhane'den, Beşiktaş'tan, Kabataş ve Şişli'den yürüyen 400 bin emekçi Taksim Meydanı'nı doldurmuştu. Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününün 50 yıllık aradan sonra Türkiye'de kutlanmış oldu. 1977 1 Mayıs'ı 1976'dan sonra daha kitlesel bir kutlamaya hazırlanıyordu. Taksim meydanı'nda yapılacak olan kutlama öncesinde bazı gazeteler ''Sol 1 Mayıs'ta halkı galeyana getirmek istiyor'', ''DİSK ve Maocu gruplar arasında çatışma bekleniyor!'', ''Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama, kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu'' manşetleri atmaya başladı.
Tanıkları 1 Mayıs 1977'yi anlattı
DİSK Maden İş Sendikası üyesi ve Netaş fabrikasında teknisyen olarak çalışan ve 1977 1 Mayıs'ında protokol korteji görevlisi olan Nazım Alpman, kanlı 1 Mayıs'ı şöyle anlattı: 'Sabah saat 10.00'dan itibaren misafirler gelmeye başladı protokole. Saat 12.00'a doğru biz yürüyüşe başladık. Bir düğün ,bayram heyecanı içindeydik. Alana girmeye başlamıştı insanlar. Alanda bulunanlar gelen kortejleri alkışlıyordu. Kemal Türkler sendikalara üretim araçlarınızla gelin demişti. Bir fabrika büyük kamyonun üzerine torna tezgâhı yerleştirmiş, aküden elektrik alarak onu çalıştırarak geliyordu. Tekstil işçiler dokuma tezgâhı getirmişlerdi. Folklor oyunları vardı. O zaman kadar yapılan mitinglerden farklılık vardır. Alana gelenler hiç bitmiyordu. Alana bazı grupların alınmayacağı söyleniyordu, ama Kemal Türkler herkesin alana girmesini bekledi. Hükümet komiserinden bir saat daha izin alındı. Kemal Türkler 18.00 gibi konuşmasına başladı. Kurtuluş grubu 40 bin kişiydi alana girmeye devam ediyordu ve Kemal Türkler konuşmaya başlamıştı.
'Polis iki yandan kitleye panzer sürdü'
Sular İdaresinin üstünden gelen bir el silah sesinin her şeyi başlatan ses olduğunu söyleyen Alpman, saldırı anına dair şunları söyledi: 'Oradan yaylım ateşi başladı. İnsanlar Kürsüye ve alan doğru kaçmaya başladı. O zaman Sarıyer otobüs durakları vardı. İnsanlar onun arkasında yere yatmaya başladı. Komut verilerek ateş ediliyordu sanki. İnsanlar yere yatmışken The Marmara ile AKM'nin kesiştiği yerde bir tane panzer vardı. O panzer kalabalığın üzerine su sıkarak alan girdi. Sıraselviler'de de bir panzer ses bombası atarak alana girdi. Bir yerden ateş ediliyor, diğer yerden ses bombası atılıyor, diğer taraftan su sıkılıyor. Ve bunu yapanlar güvenlik kuvvetleri. İnsanlar ne yapacak. Kaçmaya başladı. Ahmet İsfan Belediye Başkanıydı. AKM'nin önünde toplum polisi vardı. Sıraya dizilmişti. Bazıları da Orhan Taylan'ın 1 Mayıs posteri vardı AKM'de asılı onu yırtıyorlardı.' Devletin olaylarda 'pırıl pırıl' ortada olduğunu söyleyen Alpman, 'Orda kalabalığa devletin güvenlik güçleri saldırdı. Bütün olay oradan çıktı. Panzer kalabalığın üzerine girdi. Bu panzere ses bombası at emrini kim verdi. O polis kendi başına onu yapamaz. Kim dedi Kalabalığa sür panzeri. Ateşten kaçanlar var' diye konuştu.
'Gazeteciler The Marmara'da dürbünlü tüfek düzeneğini gördü'
Tha Marmara'da bulunan gazetecilerinden Necati Doğru'nun anlattıklarını anımsatan Alpman, 'Necati Doğru o zaman Günaydın'da çalışıyordu. Kürsüden foto muhabirinden filmleri almış otelde de gazeteciler var onları alıp gazeteye gidecek. Necati ağabey içeri giriyor. Yukarı çıkıyor bir odanın kapısı açık. Kimsin diyorlar sen, gazeteciyim diyor kovuyorlar bunu. Ama içerde dürbünler dürbünlü tüfekler her şey var. Bu odanın adı var. 511 ve 512 numaralık iki oda. Çıkıyor dışarı. Garsona soruyor garson 'bunlar polis abi' diyorlar. O otel o gün oda da kalanların isimlerini savcılığa vermedi. Verme demişlerdi bir yerden' şeklinde konuştu.
'İnsanlar pankart demirlerine çarparak yerlere düşüyordu'
1 Mayıs 1977'de Maden İş Sendikası'nın iş yeri temsilcisi olarak alanda bulunan Munzur Pekgüleç ise yaşananlardan çok açık bir şekilde derin devlet olduğunu belirterek yaşananları şöyle anlattı: '1 Mayıs tarihinin en kalabalık alanıydı. İğne atsan yere değmeyecek bir kalabalık vardı. Her 1 Mayıs öncesinde olduğu gibi provokasyon söylentileri vardı. Bu söylentilere rağmen binlerce insan Taksim'e gelmişti. Sanırım öğleden sonraydı bütün gruplar alana gelmişti. Kemal Türkler konuşma yaparken sular idaresini üzerinden silah sesleri başladı. Nerden geldiği o zaman çok belli değildi ama kesilmedi. Büyük bir dalgalanma yaşandı. Her tarafta silah sesleri duyulmaya başladı. Meydan karıştı. İnsanlar ister istemez kaçışmaya başladı. Kaçışma esnasında zincirlerle bağlı olan dev bir pankart vardı. Demir iskelete bağlıydı. İnsanlar o demirlere çarparak yerlere düşmeye başladı. Çok zaman geçmedi. 45 dakika içinde kaçmaya başladık. İnsanlar yerlerdeydi hala.'
'Polis alanı kapattı ölümler arttı'
Dev Genç'le birlikte alana giren Kazancı Yokuşu'nda yaşananlara tanık olan Cellattein Can, alanın polis tarafından kapatılmış olası ile ölümlerin arttığın dikkat çekerek 'Polis alanı adeta sardı. Panzerin siren sesleri sürekli gelip giden arabalar, polise karşı süren çatışmalar, adeta koyunun kurda saldırması gibi herkes can havliyle sağa sola, kitle olduğu gibi kazancı yokuşuna doğru girdi. Alan kapalı olmasaydı kitle aşağıya yönelecekti, ezilme daha az olacaktı, ölümler daha az olacaktı' diye kaydetti. İnsanların Kazancı Yokuşu'nun başında adeta boğularak can verdiklerini belirten Can, 'Kazancı'nın girişinde kamyon yolu kapmıştı, kitle oraya yönelmeye başlayınca çok yığılma olmaya başladı. Kitle Sıraselviler'e doğru kaçmaya başladı orda da polislerin barikatıyla karşıladı. Oraya da gidemediler tekrar Kazancı yokuşuna doğru gelmeye başladı. İnsanlar kaçmaya çalıştıkça panzerler gelip gidiyor halkın üzerine yürüyordu. Yanı başımızda bir kadın panzerin altında kalarak yaşamını yitirdi. İnsanlar arda resmen boğularak öldüler, yerde can çekişineler vardı' diye anlattı.
Polisin İlkyardım Hastanesine yaralıların götürülmesine izin vermediğini belirten Can, 'Çoğu insan hastaneye gidemediği için öldü. Yaralıları taşımak isteyenler gözaltına alındı' diye konuştu. 1 Mayıs 1977'de 37 kişi yaşamın yitirdi 200 kişi yaralandı. Bu yıl yapılan araştırmalarda ise hayatını kaybedenlerin sayısının 44 kişi olduğu ortaya çıktı. DİSK'in bu yıl arşivini açtığı 1 Mayıs kutlamaları 1978 yılında da Taksim'de kutlandı. Kamuoyunca kutlama yapılmadığı sanılan 1978'de yine Taksim Meydanı'nda kutlama yapıldığına dair görüntüler ortaya çıktı.
Ve 12 Eylül askeri darbesi, devletin Taksim yasağı inadı ve 4 ölü
1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul'da mitinge izin vermedi. Askeri darbenin ardından 7 yıllık aradan sonra 1987'de sendikalar öncülüğünde bazı milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim insanları ile birlikte yaklaşık bin kişilik bir kitle Taksim Anıtı'na 1 Mayıs şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istedi. Kitleyi anıtın yanına bırakmayan polisler sadece milletvekillerinin anıta çelenk bırakmasına izin verdi. 1988 ve 1989'da yasak olmasına rağmen Taksim'e çıkmak için binlerce kişi yürüyüş yaptı. Yürüyüş polisin sert müdahalesiyle son buldu. 1989'da 17 yaşındaki Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. 1990'da yine Taksim'e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren aldığı kurşun yarasıyla felç oldu. 1990'lı yıllarda Taksim'e de 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmedi ve polisin açtığı ateş sonucu 1 kişi öldürüldü. Bazı yıllarda başka alanlarda yapılmak istenen 1 Mayıs kutlamalarına dahi izin veriledi. 1 Mayıs kutlamaları İstanbul'da Kadıköy'de yapılmasına izin verildi. 1996'da polisin müdahale ettiği kutlamalarda polis ateşi sonucunda Dursun Odabaşı, Yalçın Levent ve Hasan Albayarak öldürüldü.
2000'li yıllar ve 'gazlı 1 Mayıs'lar
2000'li yılların başından itibaren ise 1 Mayıs kutlamaları konusunda ise Taksim tartışmaları yeniden yaşanmaya başladı. Yasaklara rağmen 2007'de DİSK ve KESK öncülüğünde Taksim kutlamaları için yürüyüş başladı. İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah 1 Mayıs kutlamalarında 'orantılı güç' kullanacaklarını açıklamıştı. İstanbul'da Taksim'e çıkan bütün yollar trafiğe kapatıldı, vapurlar dâhil olmak üzere bütün ulaşım araçları çalışmadı. Yalova'dan İstanbul'a feribotların yanaşmasına izin vermediler. Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi başta olmak üzere, Beşiktaş, Cihangir, Gümüşsuyu, Kabataş, Nişantaşı, Tarlabaşı gaz bulutu ile kaplanmıştı. 2008 1 Mayıs'ında polisin tutumu değişmedi. Sabah saat:06.00'dan itibaren toplanma noktası olan DİSK Genel Merkezi'ne polis müdahale etti. İçeri gaz bombaları atıldı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. 2009'da 'makul sayı' anlaşmasına rağmen Taksim Meydanı'na çıkan pek çok yerde çatışmalar yaşandı.
Uygar GÜLTEKİN / Murat EROĞLU (İSTANBUL DİHA)

28 Nisan 2010 Çarşamba

77'den 2010'a 1 Mayıs

Cumartesi günü 32 yıl sonra Taksim’de 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlaması yapılacak.
Taksim son kez 1 Mayıs 1978’de işçilere verilmişti. Bir sonraki yıl artık Türkiye 12 Eylül’ü “olgunlaştırma” sürecinde epeyce yol almıştı. Ülkenin bazı kentlerinde sıkıyönetim ilan edilmişti. İstanbul’a da 1. Ordu Komutanı Org. Necdet Üruğ damgasını vurmuştu.
1 Mayıs 1979 günü sokağa çıkma yasağı ilan etti!
Zaten 12 Eylül’ün de vakti tamamdı, bir yıl sonra geldiler, herkesin işini bitirdiler!
Gençler için yukarıdaki “olgunlaştırma” vurgusunun açıklanması gerekiyor. 1980’de 2. Ordu Komutanı olan Org. Bedrettin Demirel, yıllar sonra Milliyet’teki bir Pazar söyleşisinde Yener Süsoy’a “aslında 12 Eylül’ü bir yıl önce yapacaktık” demişti:
-Ama olgunlaşmasını bekledik!
Bekledikleri “olgunlaşma” yılı içinde Nihat Erim, Gün Sazak ve Kemal Türkler’i öldürttüler!
DİSK VE 1 MAYIS
Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir köşe noktası oluşturan 1 Mayıs 1977, işçi sınıfının en güçlü olduğu dönemleri de simgeler. Türkiye’de grevli toplu sözleşmelerin başladığı yıl olan 1963 ile 1990 arasındaki dönemi kapsayan bir araştırmada işçi ücretlerinin satın alma değeri açısından (gerçek ücret) en yükseğe çıktığı yıl 1977 olmuştu.
O yıllarda fabrikalara giren işçilere “kaç lira saat ücreti verdiler?” diye sorulmazdı:
-Fabrika’da DİSK var mı? denilirdi…
Eğen işyerinde DİSK’e bağlı bir sendika var ise ücretler nasıl olsa bir toplu sözleşmede yaşanılır seviyeye çıkacaktı!
Neden?
Onun cevabını da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın işçi sınıfına yazdığı güzelleme veriyordu:
“DİSK’in sesi bu!
He hey de hey,
susmaz kimse!
Grev mi yaptık,
He hey de hey hey,
dönmez kimse!”
DİSK işçi sınıfı için doğrudan “kölelikten kurtuluş” anlamına geliyordu.
O yüzden 1477 kişilik dev bir dava açtılar 12 Eylül’de… Ve tam 50 yöneticisi için de idam istediler!
DİSK işçi sınıfının kökleriyle ve uluslararası sınıf mücadelesiyle bağlarını kurdu, geliştirdi, uyguladı, yaşattı!
1 Mayıs işte böylesi bir çabanın sonucu olarak ortaya çıktı.
BAHAR VE İŞÇİ BAYRAMI
DİSK ilk olarak 1976’da 1 Mayıs’ı Taksim’de yığınsal bir törenle kutladı. Ondan önceki yasal 1 Mayıs, 1925’te kutlanmıştı. Sonra Takrir-i Sükûn Kanunu (suskunluk-sessizlik) ile on yıllar yasaklar altında geçti.
DİSK 1976’da 1 Mayıs İşçi Bayramı’dır deyince Türkiye’nin yalan makineleri cehalet çarklarına asıldı, halkın gözlerindeki perde kalkmasın diye:
-1 Mayıs işçilerin değil sadece komünistlerin bayramıdır!
Şaka gibi gelecek ama bu koro içinde TÜRK-İŞ yönetimi de vardı. TÜRK-İŞ, 1977’de 1 Mayıs’a şöyle bakıyordu:
“1 Mayıs’ın amacı sosyalizmi geliştirmektir. Bu durum Anayasamızın reddettiği bir doktrindir!”(*)
Bu bildirileri yayınlayan TÜRK-İŞ yönetimi, 30 Nisan günü koşarak Esenboğa Havaalanı’na giderler, uçaklara atladıkları gibi soluğu Moskova, Berlin, Paris, Londra gibi büyük merkezlerdeki 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarına katılırlardı.
Basın da evlere şenlikti… Mesela mesleki yeteneği ve bilgisi tartışılmaz olan Güneri Civaoğlu, 29 Nisan 1977 tarihli Tercüman’daki köşesinde şöyle yazıyordu:
“DİSK’in önderliğindeki sol kuruluşlar ‘İşçi Bayramı’ olarak ilan ettikleri…”(**)
Oysa 1 Mayıs’ı DİSK değil, 1889 yılı temmuz ayında Paris’te toplanan II. Enternasyonal Amerikan işçi sınıfının 1886’daki 8 saatlik işgünü direnişini ölümsüzleştirmek için İşçi Bayramı ilan etmişti.
O GÜNLER GEÇTİ
Neyse ki o günler geçti, geldik bugünlere…
TÜRK-İŞ 1 Mayıs için İstanbul Valiliği’ne başvuruyu yapan işçi örgütü haline geldi. Artık entelektüel gazeteciler de 1 Mayıs için dünyadaki tarihinden farklı bilgiler vermiyorlar.
1 Mayıs 1977’den günümüze aradan geçen 32 yılda hiç kimse eskisi gibi değil. Sendikalar da eski güçlü yapılarından uzaklaştırıldılar. Sendikalı işçi sayısı düştü.
Bu koşullarda, 1 Mayıs’ı özlemiyle birlikte önemi daha da arttı.
Çünkü işçi sınıfı gücü oranında yaşama ağırlığını koyabilir. O yıllarda DİSK Başkanı Kemal Türkler’in ile sonraki Başkan Abdullah Baştürk’ün siyasi parti liderlerinden öte ağırlıkları, saygınlıkları vardı.
1 Mayıs 2010 ile birlikte işçi sınıfı ve tüm emekçiler eski günlerine doğru sahici bir adım atıyorlar. Akıllarda ve kalplerde “güzel günler” var. Bütün duyguların özeti sadece bir satıra sığabiliyor:
-1 Mayıs özlemi ve önemi!
Nazım ALPMAN - İNTERNET HABER

EMEKÇİLER 1 MAYIS’I GÜVENCESİZ ÇALIŞMANIN GÖLGESİNDE KUTLAYACAK

İşçi ve kamu emekçisi sendikaları 1 Mayıs için ortak bildiri hazırladı. Taksim Meydanı’nın 33 yıl aradan sonra kutlamalara açtırılması sonrası gerilimden uzak kapsamlı 1 Mayıs kutlaması hazırlıkları çalışması da hız kazandı.
Alınan bilgiye göre, 1 Mayıs’ı tüm Türkiye’de birlikte kutlayacak. KESK, DİSK, Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen ve Türkiye Kamu-Sen etkinlikler için ortak bildiri kaleme aldı.
"Barış için, özgürlük için, demokrasi için, ekmek için, daha güzel bir dünyada sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam i çin birlikteyiz" ifadeleriyle başlayan bildiride, her türlü baskıya inat, hak ve özgürlükler için dayanışma içinde olunduğu vurgulandı.
Sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık ve sendikal haklar için 1 Mayıs’ta başta Taksim olmak üzere alanlarda omuz omuza gelindiği belirtilen bildiride, emekçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü, emeğin bayramının 1 Mayıs’ın hep birlikte barış içinde, kardeşçe kutlandığı ifade edildi.
SENDİKASIZLAŞTIRMA YAYGINLAŞIYOR
1 Mayıs’ın güvencesiz, kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı koşullarda karşılandığına yer verilen bildiride, şunlar kaydedildi:
"Emekçilerin yarısı kayıt dışında çalışıyor. Esnek, güvencesiz ve kuralsız çalışma kural haline geliyor, 4/C uygulamasına, kölelik düzenine mahkum ediliyor. Sendikasızlaştırma yaygınlaşıyor, sendikal örgütlenmenin önüne engeller çıkarılıyor. Örgütlenen işçiler işten atılıyor. Başta madenler olmak üzere, iş kazası adı verilen cinayetler durmak bilmiyor.
Biz sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi istiyoruz. Özgürlükçü, eşitlikçi sivil demokratik bir anayasa ve yasalar istiyoruz. Tüm çalışanların grevli, toplu sözleşmeli sendikal haklara sahip olduğu bir Türkiye için sesimizi yükseltiyor, demokrasiden ve sosyal devletten vazgeçmeyeceğimizi bildiriyoruz.
Bir kez daha hükümete sesleniyoruz:
• 1 Mayıs 1977’de kaybettiklerimizin faillerinin bulunmasını, adalet önüne çıkarılmasını,
• İşsizliğin önlenmesini,
• Kiralık işçilik düzenlemesinden vazgeçilmesini,
• Kıdem tazminatı hakkımıza dokunulmamasını,
• 4/C ve benzeri uygulamalardan vazgeçilmesini,
• İşsizlik Sigortası Fonu’nun işsizler için daha etkin kullanılmasını,
• Vergi adaletsizliğinin giderilmesini,
• Sağlık ve sigorta haklarımızdaki mağduriyetin giderilmesini,
• Asgari ücretin insan onuruna yakışır olmasını,
• İş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin arttırılmasını,
• Anti demokratik yasaların değiştirilmesini,
• Örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılmasını,
• Taşeronlaşma ve kayıt dışı ekonominin engellenmesini,
• Özelleştirmelerin durdurulmasını, sosyal devletin daha etkin olmasını,
• Emekçilerin sesine kulak verilmesini istiyoruz."
KESK ~ DİSK ~ HAK-İŞ ~ TÜRK-İŞ

27 Nisan 2010 Salı

YOKSULUN DERDİNE KİM YANAR?


EKONOMİK KRİZ YOKSULU VURDU
Dünya Bankası ve IMF'nin ortak "Krizden Sonra Binyıl Kalkınma Hedefleri" başlıklı 2010 Küresel İzleme Raporu (Global Monitoring Report) yayımlandı. Raporda, zaten var olan sorunların küresel ekonomik krizle birleştiği, 13 ülkede yapılan bir yoksulluk gözlem araştırmasında yer alan Türkiye bölümünde şu değerlendirmede bulunuldu:
“Türkiye'de en yoksul hane halkları, ücret ve kendi işvereni olanların serbest meslek gelirlerinde en büyük kayıpları yaşadı. En yoksul yüzde 20'lik kesimin yaklaşık yüzde 91'i gelir kaybına uğrarken en zengin yüzde 20'lik kesim de bir miktar gelir kaybı gördü. Sosyal güvenlik ağı en yoksul ailelerin sadece yüzde 20'sini kapsadı, eldeki varlıkların satışını, tasarrufların harcanmasını ve destek için başka gayrı resmi kaynaklar bulunmasını zorunlu kıldı.
En yoksul ailelerin yüzde 75'i çocuklarının gıda harcamalarında kesinti yaptı, yüzde 29'u sağlıkta, yüzde 14'ü de eğitimde kesintiye gitti. Orta sınıf hane halkları dahi özellikle eğitim harcamalarını kıstı.
» Daha yoksul bir yaşama itildiler
» Ailelerin yüzde 73'ü küresel ekonomik kriz nedeniyle daha ucuz gıdalara yöneldi.
» Yurttaşların yüzde 65'i gıda dışı ürünlerde daha ucuza yöneldi.
» Yüzde 53 gıda tüketimini azalttı.
» Araştırmada sorulara yanıt verenlerin yüzde 49'u arkadaşlarıyla daha az görüşmeye başladı.
» Yüzde 48'i gıda dışı ürün almayı kesti.
» Yüzde 31'i ulaşım türünü değiştirdi.
» Yüzde 30'u bilgi-iletişim hizmetlerinden daha az yararlanmaya başladı.
» Yüzde 26'sı önleyici sağlık hizmetleri itibarıyla doktor kontrollerini azalttı.
» Yüzde 21'i sağlık hizmetlerinden eskisine oranla daha az yararlanmaya başladı.
» Hane halklarından yüzde 10'u ise aile içinde dil, bilgisayar ve diğer türdeki kursların bırakıldığını, okul giriş ücretlerinin ödenmemeye başlandığını ya da geciktirildiğini belirtti.
Yoksullar için umut yok
Önümüzdeki beş yılı değerlendiren 2010 Küresel İzleme Raporu’nda yoksulların geleceğiyle ilgili şu görüşlere yer verildi:
Küresel ekonomik kriz gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğun azaltılması adımlarını yavaşlattı ve Binyıl Kalkınma Hedeflerine ilerlemeyi engelledi. Krizin Binyıl Kalkınma Hedeflerinde özellikle açlıkla mücadele, ana ve çocuk sağlığı, kadın-erkek fırsat eşitliği, temiz suya erişim ve salgın kontrolü gibi alanlarda olumsuz etkide bulundu ve etki 2015 yılının oldukça ötesine geçecek. Sonuç olarak kriz nedeniyle 53 milyon insan daha 2015 yılına kadar aşırı yoksul olacak" saptamasını yaptı. Buna göre aşırı yoksul sayısı beş yıl sonra 920 milyona ulaşacak, ancak bu sayının 1990'daki 1 milyar 800 milyon kişiyle kıyaslandığında hatırı sayılır bir düşüşe karşılık geldiği belirtildi. Rapordaki tahminler çerçevesinde gelişmekte olan ülkelerin hala, 2015 yılı itibarıyla aşırı yoksul sayısının 1990'daki seviyesinin yüzde 42'sine indirmek şeklindeki ilk Binyıl Kalkınma Hedefini gerçekleştirme yolunda bulunduğu da kaydedildi.
BİRGÜN GAZETESİ

24 Nisan 2010 Cumartesi

KALKINMA YARIŞINDA GERİ KALDIK

TİSK eleştirdi: Küresel kalkınma yarışında Türkiye ciddi atak yapamadı
TİSK kalkınma yarışındaki temel göstergenin satın alma gücü paritesine göre GSYH olduğuna dikkat çekerek “1991 yılında en zengin 15 ülke ile aramızdaki kalkınmışlık farkı yüzde 71.4 düzeyindeydi. Şimdi de yüzde 69.1 seviyesinde. Türkiye zengin ülkelerle arayı kapatamadı, üstelik Polonya, Güney Kore, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler bizden çok hızlı koştu” açıklaması yaptı
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’ndan (TİSK) yapılan açıklamada, Türkiye’nin son 18 yılda küresel kalkınma yarışında ciddi bir atak yapamadığı, buna karşılık bir çok gelişmekte olan ülkenin “çok daha hızlı koşarak” Türkiye’nin önüne geçtiği belirtildi.
TİSK’ten yapılan yazılı açıklamada, bir ülkenin kalkınma yarışındaki başarısının “göreli” olduğu ve en önde koşanlarla arasındaki mesafenin değişimiyle ölçüldüğü ifade edilerek, satınalma gücü paritesine göre ABD Doları olarak Kişi Başına Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) temel gösterge kabul edildiği belirtildi.
Yetişemedik, geçildik
Bu çerçevede OECD verilerine göre, Türkiye ile dünyanın en zengin 15 ülkesi arasındaki kalkınmışlık farkının, 1991’de yüzde 71.4 düzeyinde olduğu, 2001’de yüzde 73.8’e yükseldiği, 2002-2007 döneminde ise azalarak yüzde 68.1’e kadar gerilediği anlatıldı. Olumlu sürecin krizle kesildiği ve farkın 2009’da yüzde 69.1’e yükseldiği belirtilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
“18 yıllık dönemde gelişmiş ülkelerle olan kalkınmışlık farkımız, bazen biraz altına inmek, bazen de biraz üstüne çıkmakla birlikte, yüzde eksi 70 çizgisi civarında olmuştur. Türkiye’ye ait trend, zengin ülkelerle arayı kapatmaya yönelik, istikrarlı bir yükseliş niteliği göstermemiştir. Buna karşılık, kimi gelişmekte olan ve ekonomileri Türkiye Ekonomisi ile rekabet eden ülkeler kalkınma yarışında Türkiye’ye kıyasla çok daha hızlı koşmaktadır. Örneğin dönem başında Türkiye’ye kıyasla dezavantajlı durumda olan Polonya yüzde -73’ten yüzde -55’e yükselmiş, Güney Kore ise yüzde -56’dan yüzde -31’e fırlamıştır. Zengin ülkelere göre kalkınmışlık farkı Türkiye açısından 2.3 puan azalmış, Hindistan farkı 2.8 puan, Macaristan 6.5 puan, Çek Cumhuriyeti 8.3 puan, Çin 9,8 puan, Polonya 18.2 puan, Slovakya 18.5 puan, Kore 25.1 puan azaltmayı başarmıştır.”
Türkiye’nin son 18 yılda kalkınma yarışında ciddi bir atak yapamadığı, buna karşılık birçok ülkenin kalkınmada “sıçrama” gerçekleştirdiği tespitine yer verilen açıklamada, “Türkiye’nin hem gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı hızlı şekilde kapatamadığı, hem de yakın geçmişte Türkiye’nin gerisinde bulunan gelişmekte olan birçok ülkenin Türkiye’nin önüne geçtiği bir süreç yaşanmaktadır” denildi.
Açıklamada, Türkiye’nin kalkınma yarışında geride kalmaması için büyüme ve sanayi stratejilerini yenileyerek, yüksek katma değerli mal ve hizmet üretimine geçmesinin zorunlu olduğu vurgulandı ve bu amaçla hükümet ile yatırımcıların stratejik ortaklık yapması gerektiği belirtildi.
VATAN GAZETESİ

22 Nisan 2010 Perşembe

"TÜRK MALI" kızdırdı

Her şeye gerekli gereksiz tepki verenlerden hiç hazzetmem. Çeşitli meslek örgütleri ve gruplar zamanın bir yerlerinde bazı dizilerde “küçük düşürüldükleri” iddiasıyla kendilerini bizzat küçük düşürecek komikliklere girişmişlerdir; bunu da unutmam!
Buna rağmen Türk Malı’nda otizm hastalığı ve otistikler için kurulan özensiz cümleye gösterilen seyirci tepkisini de hiçe sayamam... Dizinin bir yerinde sarf edilen “Anne ben otistik miyim, nasıl tutacağım bunca şeyi aklımda?” cümlesi otizm hakkında bilgisi ünlü film Yağmur Adam düzeyinde kalmış bir kalemin ürünüdür. Çalakalem yazılan her şey gibi kalp kırıcıdır da... Bu yüzden dünya otizmi anlamaya takvimler ayırırken, bilgi sahibi olmadan fikir yürüten ucuzcuları alkışlamamı kimse beklemesin... Bu işler, onu sırtında taşıyan büyük isimleri de dişler. Aman dikkat!
(Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz. Uğur Mumcu)
Mesut YAR

20 Nisan 2010 Salı

DOĞA: "En büyük hatam insan"

KENDİ ELİMİZLE YOK EDİYORUZ!
Ünlü Çinli düşünür Tao “Tanrı taşta uyur, çiçeklerde rüya görür, hayvanlarda uyanır. İnsanlarda ise uyandığının bilincine varır” demiş. İnsan önce doğayı tanımalı, öğrenmeli, sevmeli, saymalı ve ancak ondan sonra onu koruyabilir. Ekoloji’de bir denge vardır. Daha doğrusu vardı ama insan müdahalesi ile bu denge maalesef bozuldu. Bir filozof yıllar öncesinden çok doğru sözlerle bize sesleniyor: “Doğanın en büyük hatası insandır.” “Akıl” ve “doğa” ikisi de ayrı ayrı bağımsız bir çizgiye sahip. “Hep ben” diyen bencil yaklaşım sayesinde “oy potansiyeli” veya “sendikası” olmayan hayvan ve bitki dünyasının milyonlarca elemanın yaşam alanı biz insanlar tarafından yok edildi.
SORUMLU KİM?
Leeds Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Chris Thomas, “Bugüne kadar biliminsanları iklim değişikliklerinin getireceği tehlikelerden söz ediyorlardı, ancak hiç kimse bu kadar ciddi rakamları telaffuz etmiyordu. Yüzyıl içinde denizlerin bir metre yükselmesi bekleniyor. Bir milyondan fazla bitki ve hayvan türü yok olma tehlikesi ile karşı karşıya” şeklinde açıklama yapıldı. Yine ABD eski Başkanı George W. Bush’a verilmek üzere hazırlanan sözü geçen raporda “bundan sonraki savaşlar ne din ne de milli hisler nedeniyle çıkacak. Artık ülkeler hayatta kalmak üzere birbirleri ile savaşacak” denilmektedir. Dünya genelinde sera gazlarının artışından yüzde 65 oranında enerji sektörü, yüzde 17 ormansızlaşma, yüzde 14 tarım, yüzde 1 endüstriyel flor gazlar, yüzde 3 ise atıkların sorumlu olduğu açıklandı..
Bir dönemde konferanslar vermek üzere Samsun’a gitmiştim. Yanlış tarım ilaçları nedeniyle yılanların öldürülmesi yüzünden bu ilde fare sayısı hızla artmıştı. Yozgat’ta ise gene “yeşil dolar” kazanma uğruna kurbağalar bacakları için Fransa’ya ihraç edilince bu kenti sivrisinek ve kara sinekler kaplamıştı. Paris’te ise lağım fareleri öldürülünce Fransa’nın başkentini lağım suları bastı. İstanbul Sedef Adası’nda sosyetik kadınlar sabah epilasyon ve berber saatlerine kadar rahatça uyusunlar diye iki tilki getirildi. Evet martılar gerçekten korkup gitmişti ama birkaç ay sonra adayı bu kez akrepler sardı. Artvin’de Almanlar serum yapmak için iyi bir ücretle yılanları toplattı. Birkaç ay sonra artık düşmanı kalmayan farelerle başa çıkmak için Artvinliler Almanlardan aldıkları avroların üç katını harcadılar. Madagaskar’ın kuzeyindeki Komor takım Adalarına dahil bir adacık tarımla geçinirdi. Meyveleri yiyen korku filmlerinin malzemesi yarasaları “yok etme” kararı alındı. O sene tarlalardan hiçbir ürün alamadılar. İnceleme yapan Birleşmiş Milletler tarım uzmanları da yararlı olamadı. Çünkü, yarasaların beslendiği solucanlar, çekirgeler ve böcekler tarım ürünlerini bitirdi. Artık bu adada yaşam yok. Sadece “İbret Adası” olarak turistlere gösteriliyor.
DOĞANIN İNTİKAM ALMA HAKKI
Madagaskar ekolojik çeşitliliğin en fazla olduğu adadır. Baobab ağaçlarının ve lemurların anavatanı olan bu adada bir yetişkin kadın başına 6,5 çocuk düşmektedir. Her saniye bu çocuklara tarla açmak üzere bir ağaç kesilmektedir. Günlük yaşantımızın vazgeçilmez parçası olan ilaçların hammaddesi bildiğiniz üzere bitkilerdir. Her yaşadığımız gün dört bitki türü bir daha geri dönüşü olmamak üzere ortadan kalkmaktadır. Böylece belki de AIDS ve kanser türlerinin tek tedavi çaresi olan bir bitki türü ortadan bir daha gelmemek üzere kalkmaktadır. Unutmayalım ki, doğanın da insanlardan intikam almaya hakkı vardır.
İnsan nüfusunun hızlı artışı çevre sorunları ile yakından ilişkilidir. Çin’in sera gazı salınımı 15 yılda yüzde 137 artmıştır. Ekolojik toplumların nüfusu rekabet, avlanma, parazitlik ve salgın hastalıklar gibi faktörlerle kontrol altında tutulmakta, böylece bir türün aşırı nüfus artışları engellenmektedir. Bence sigaranın ve cep telefonunun insan nüfusunu kontrol etmede yararlı bir işlevi olduğu da gerçektir. Ancak zekâsı nedeniyle insan, bu doğal nüfus kontrol mekanizmalarıyla baş etmenin yollarını bulmuş, sonuçta da diğer toplulukların aleyhine olmak üzere kendi nüfusunu aşırı oranda artırmıştır. Tıbbın hızla gelişmesi ile “yaşam süresi” uzamış böylece insan sayısının artması ile adım adım kendi yaşadığımız dünyayı yok etmeye başladık. Yüz üçü Nobel Ödülü almış olan 250 biliminsanı, 2040 yılına kadar artık kendimize yeni bir gezegen aramamız gerektiğini açıkladı. Unutmayalım, bazı felaketler tahminimizden çok daha kısa zamanda oluverir. Doğa da böylece insanlardan intikamını alabilir. Ve bu intikam, “Yarından Sonra” adlı filmde anlatıldığı gibi, inanın bir uçağın düşmesi gibi ani olacaktır.

SOKAK KEDİSİNDEN HAYAT DERSİ

Otomobil çarpan dişisini hayata döndürmek için kalp masajı yaparcasına göğsüne patileriyle dokunup, saatlerce başında nöbet tuttu.
Göksel YAPAR
Antalya'da sokak kedisinin, cadde ortasında otomobil çarpan dişisini hayata döndürmek için kalp masajı yaparcasına göğsüne patileriyle dokunup, saatlerce başında nöbet tutması görenleri şaşırttı. Antalya'nın merkezindeki Kızılsaray Mahallesi 76 Sokak'ta dün öğleden sonra bir otomobilin çarpması sonucu can çekişen dişi kedinin başında, erkeği saatlerce nöbet tuttu. Ön patileriyle dişinin kalbinin bulunduğu yere yumuşak ritimle sürekli dokunan sokak kedisi, bu işlemi aralıklarla 2 saat boyunca sürdürdü. Park etmiş iki otomobilin ortasında yaşanan bu durumu fark eden mahalle sakinlerinden Mehmet Ali Alkaya ile Ulviye Sevinç yardım etmek istedi, fakat kedi buna izin vermedi. Çare olarak aranan Antalya Veterinerler Odası Başkanı Muammer Saygılı, bir meslektaşıyla olay yerine geldi. Telefonla aranıp durum söylendiğinde erkek kedinin kalp masajı yaptığına inanmadığını vurgulayan Saygılı, gözleriyle gördüğünde de şaşırdığını itiraf etti. Mesleğinde 31 yılı geride bırakan Saygılı, daha önce buna benzer bir olayı duymadığını belirtti.
Antalya Veterinerler Odası Başkanı Muammer Saygılı, “Yolda ölen ve üzeri gazetelerle örtülen insanların yanından gelip geçenlerin umursamazlığını görüyoruz. Bu kedinin yaptığı biz insanlara örnek olsun. Türkiye'de sahipsiz hayvanlar, çeşitli hastalıklar ve trafik kazaları nedeniyle en fazla 2 yıl yaşayabiliyor” dedi. Yanlarında getirdikleri kafese kediyi koyan Saygılı, aracının 4'lü lambalarını yakarak Antalya Hayvan Hastanesi'nin yolunu tuttu. Ameliyathaneye getirilen dişi kedi hayata döndürülemedi.
RADİKAL GAZETESİ

19 Nisan 2010 Pazartesi

Munzur ÖZGÜR değil SİMSİYAH akıyor

Türkiye'nin en temiz çaylarından biri olarak bilinen Munzur çayı kirlendi. Berrak su, çaya boşaltılan fuel oille karardı.
Tunceli'deki Munzur Vadisi'nde yer alan Munzur çayı, Türkiye'nin en temiz çaylarından biri olarak biliniyordu.
Munzur çayı simsiyah akıyor
Ama kimliği belirsiz kişilerce bırakılan fuel oil, çayı bir gecede bu hale getirdi. Uzunçayır Barajı'nda su tutulması nedeniyle akışı da duran çay simsiyah akıyor. Kirlilik suda yaşayan canlıları da tehdit etmeye başladı.
Özellikle, çayda yaşayan ve dünyanın en lezzetli balıklarından kabul edilen kırmızı pullu alabalıklar risk altında. Yetkililer bölge sakinlerini çevreye karşı daha duyarlı olmaya çağırdı.

14 Nisan 2010 Çarşamba

GRAHAM BELL'İN HAYATI & ÇOCUKLUĞU

1876'da telefonun icadı ile tanınan Alexander Graham Bell, 1847 de İskoçya Edinburgh da doğdu. Önce Ontario ya yerleşti, daha sonra Boston'a yerleşti.
Aslında Graham Bell, sağırların sessizliğini ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bunu başaramadı ama her gün yeni bir özelliğe kavuşan telefonla birbirinden kilometrelerce uzaktaki insanların birbirlerini duymalarını sağladı.
Telefonun yaratıcılarından olan Graham Bell'in annesi doğuştan sağırdı. Dedesi ve babası yıllarını sağırlara adadı. Özellikle babası sağırlara duymasalar bile konuşmayı öğretmenin yollarını geliştirmeye çalıştı. İki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunun sağlığı için Kanada'ya göçtü. Babasının ölümünden sonra onun çalışmalarını tanıtmak ve yaymak için çabalayan Graham Bell ABD'ye gitti. Burada bir süre sağırlara dil öğretmeni yetiştiren okulda çalıştı. Daha sonra kendi okulunu kurdu.
Ünü kısa sürede yayılan Bell, Oxford Üniversitesi’ne konuk öğretmen olarak çağrıldı. İngiltere'de eline geçen Alman Hermann von Helmholz adlı bilginin işitme fizyolojisine ilişkin kitabını okudu. Müzik sesinin bir tel aracılığı ile aktarılabilineceği düşüncesi üzerinde yoğunlaştı. Bu sırada başka bilim adamları da bu konularda çalışmalar yürütüyordu. Ilisha Gray bunlardan biriydi.
İngiletere'den dönen Bell, Boston Üniversitesi İnsan Sesi Fizyolojisi dalı profesörlüğüne getirildi. Kuramsal bilgilerini teknik destekle yaşama geçirmeye ve işitme engelliler için duymalarını sağlayacak aletler yapmaya girişti. Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisi ile birlikte çalışmaya başladı. Çalışmalarını yürütmek için maddi destek gerektiğinde kendisine Avukat Gardnier Greene Hubbart yardım elini uzattı. Bell ve Watson 1875 yılında sesin tel üzerinden bir başka yere gittiğini ortaya çıkardı. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdaydı. 14 Şubat 1876 günü Bell ve Gray telefon patenti almak için ayrı ayrı başvuru yaptı. Bell'e 7 Mart günü istediği patent verildi. 174.465 nolu patentini alan Bell atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü.
Watson'u yardıma çağırdı:
"Bay Watson, çabuk buraya gelin. Sizi istiyorum."Bell yardımcısını yardıma çağırırken farkında olmadan 131 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson Bell'in sesini "telefon"dan duydu. ABD'nin 100’üncü kuruluş yıldönümüne denk gelen bu buluşu ona düzenlenen Yüz Yıl sergisinde birçok ödül kazandırdı. Bell bilimsel çalışmalarını yürütmek için maddi ve manevi destek gördüğü Hubbart Ailesi’nden Mabel ile bir yıl sonra evlendi.
Bugün öne çıkan buluşlarının gölgesinde kalan yapıtlarının çoğu sağırlık konusundaydı. Sağır annesinin ve eşinin duyamadığı sesleri kaydetmeyi başardı. "Gramofon"dan kazandığı parayı bugün de sağırlar için çalışmalar yürüten Alexander Graham Bell Sağırlar Kurumu’na harcadı. Fransa hükûmeti insanlığa hizmetinden dolayı onur ödülü ve para ödülü verdi. Verilen parayı Washington'da Sağırlar için Volta Enstitüsü’nü kurmada kullandı. İlk el telefonunu geliştirmek için Bell teknik sorunları alt etmeye çalışırken bir yandan da kendisini dava eden Gray'a karşı hukuk savaşı verdi. Telefon atölyeden 4 yılda çıkabildi. 1880 yılında Bell'e yardım eden Tainer radyofon adını verdikleri aleti denedi.

11 Nisan 2010 Pazar

Türkiye Yunanistan'dan bile kötü

Türkiye'nin büyüme rakamları açıklandı. Krizin etkileri açıkça görülüyor. Hatta öyle ki batma noktasındaki Yunanistan'dan bile kötüyüz...
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2009 yılı büyüme hızının yüzde 4,7 azaldığını, 2009 son çeyrekte ise yüzde 6 artış gösterdiğini açıkladı. Türkiye ekonomisi en son 2001 yılında küçülmüştü.
Geçen yıl, cari fiyatlarla gayri safi yurt içi hasıla 953 milyar 974 milyon lira oldu.
Bu rakamlarla Türkiye krizi aşma konusunda en kötü ülkelerden birisi olmayı sürdürüyor.
Batma noktasındaki Yunanistan'ın küçülme oranı ise 2,2...
EKONOMİ EN SON 2001 YILINDA DARALMIŞTI
Türkiye ekonomisi en son 2001 yılında küçülmüştü.
Bu verilerle birlikte Türkiye ekonomisinde 2009 yılında ne kadar daraldığı da belli oldu. Türkiye ekonomisi 2001 yılındaki yüzde 5.7'lik daralmanın ardından ilk defa 2009 yılında yüzde 4,7 küçüldü.
BEKLENTİLERDEN İYİ GELDİ
Türkiye ekonomisinde son çeyrekte yüzde 4 civarında beklenen büyümenin yüzde 6 olarak gerçekleşmesi, yıllık küçülme oranını da beklentilerin altına çekti. Uzmanların yüzde 5.0-5.5 arasında değişen küçülme bekletilerinin aksine, 2009'daki daralma yüzde 4.7'de kaldı.
ZAMAN GAZETESİ

8 Nisan 2010 Perşembe

"KAPİTALİZM"E DAİR...

Kapitalist sistem büyük bir yıkım ve çöküş içinde. Kapitalizmin çözülüp dağılması kendi çöküş dinamiklerinin hızla işlemesi sunucu sıçramalı bir durum aldı.
Yaşanan büyük dünya ekonomik krizi, kapitalizmin çöküş temposunu iyice hızlandırdı ve derinleştirdi.
Ekonomik krizler, kapitalizmin temelinde varolan emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanıyor ve bu çelişkinin dışa vurmasıdır. Bu nedenle ekonomik krizler kapitalizmde zorunlu olarak oluşurlar. Ekonomik krizler kapitalizmin tepe noktasıdır. Kapitalist üretim her kez bu tepe noktasına ulaşmak zorundandır.
Ekonomik krizin ilk sonucu işçilerin kitlesel olarak işten atılması, işsiz kalmasıdır. Ekonomik krizlerin sonuçları esas olarak işçileri vurmaktadır. Her ekonomik krizde çalışanların bir kısmı daha işsiz kalırken, kalanları ise sefalete itilmektedir.
Hiçbir emekçi yarınından emin değil. Bu konuda tam bir belirsizlik egemen. Hiçbir işçi bir gün sonra çalışıp çalışmayacağını bilmiyor. Tüm çalışanlar her an işsiz kalabilir.
Bir emekçi için işten kovulmak, yaşamdan kovulmak her şeyden dıştalanmak demektir. Onu işten atmak demek, elindeki bütün yaşam araçlarını almak demektir. Onu, açlığa, acılara ve ölüme mahkum etmek demektir.
Emekçiler ve sömürülenler için yaşam her gün biraz daha katlanılmaz hale geliyor. Sürekli artan zamlar, artan hayat pahalılığı ve emek sömürüsünün yoğunlaşması sonucu, emekçilerin yaşam koşulları iyice kötüleşiyor. Aldığı ücret ne olursa olsun, her emekçi için yarın dünden daha kötü olacaktır.
Ezilen ve sömürülen kitlelerin yaşam koşulları, sermayenin artan politik baskıları, iğrençleşen saldırıları sonucu daha da kötüleşmektedir. Faşist devletlerin emekçi halkların üzerinde uyguladığı vahşet ve dehşet kitlelerin durumunu iyice ağırlaştırmaktadır.
İşçilerin ve emekçilerin, uzun mücadeleler ve bedeller ödeyerek bütün ekonomik ve toplumsal kazanımları ve sınıf mevzileri bir bir ellerinden zorla alınıyor. "Mezarda emeklilik yasası"ndan sonra, şimdi sıra kıdem tazminatlarının gasbedilmesine geldi. Saldırılar yalnızca bunlarla sınırlı değil, emekçilerin elde ettiği ne varsa, hepsi tehlike altında. İşçilerin, emekçilerin bu toplumda hiçbir dayanağı yoktur.
Bu saldırılar, sermayenin dünya çapında emekçi sınıfa karşı sürdürdüğü genel saldırıların bir parçasıdır.
Bu nedenle emekçi sınıfla kapitalistler arasındaki sınıf savaşı çok daha şiddetli, uzun ve çetin geçecektir.
Toplumun bir kutbunda çalışan sınıf, emekçiler, kendilerine sefalet biriktirirken, diğer kutupta ise çalışmayan asalak sınıf kapitalistler, durmadan zenginlik biriktirmektedir.
Emekçi sınıfın ürettiği kendi öz toplumsal ürünleri, kapitalistlerin elinde toplanmakta, kapitalist nitelikleriyle, emekçiye durmadan yabancılaşmakta ve onu ezen bir güç durumuna gelmektedir. Kapitalizm bu sonuçları daha ağır bir biçimde yeniden üretmektedir.
Hiç bir emekçi bu koşullar altında artık yaşayamaz hale gelmiştir. Hiç bir emekçi bu duruma daha fazla katlanamaz ve katlanamayacaktır.
Caner Dağlık - MÜCADELE BİRLİĞİ