Gençlere kıymayacaksınız... Öğrencilere dokunmayacaksınız... Yumurta atmalarına, bağırıp çağırmalarına, polise direnmelerine tahammül göstereceksiniz... Güvenlik güçlerinize bunlarla baş etmeyi öğreteceksiniz...
Gençler keskin olmayı, sert olmayı, eleştirel olmayı, hemen şimdi istemeyi ve radikal biçimde istemeyi temsil ederler...
Bu temsil, toplumdaki diğer temsillerin, sağduyunun, sakin gücün yanında meşru, hatta gerekli bir temsildir. Diğerleriyle bütün oluşturan, "onsuz olmaz" bir temsildir.
Genç, keskin, talepkâr, isyankâr olduğu için gençtir...
Onlar varlıklarıyla yarına işaret etmekle kalmazlar...
Duruşlarıyla bugüne dair haksızlıkları en keskin gören gözlükleri taşırlar...
Onlara bu nedenle sadece tolerans göstermeyecek aynı zamanda kulak vereceksiniz...
Bu kuraldır...
Neyin kuralı?
Demokrasinin kuralı...
Demokrat yönetimin kuralı...
Aksi her durum, gerekçe ne olursa olsun tahammülsüzlüğe, otoriterliğe işaret eder...
Dönüp ülke tarihine, dünya tarihe bakın...
Öğrencilere, gençlere yönelik baskıya, şiddete, zorbalığa hak veren tek bir söz, sayfa, yorum bulamazsınız...
Tarihte gençlerin kitlesel tepkisi sorunların başlangıç noktası değil, tersine kimi sorunların çıplak sonuçlarından olmuştur.
Bilin ki, şiddet, fiziki kuvvet kullanma tekelini elinde bulunduran güvenlik güçlerinin kullanacağı her tür orantısız şiddet kamu vicdanında yaralar açar, belleklerde uzun süre yer tutar.
1 Mayıs 2009 olaylarını, yerlerde sürüklenen, coplanan insanları anımsayın...
Taksim'e kortej sokmama bahasına şahit olduğumuz şiddeti hatırlayın...
Ya da bu şiddetin hem fiili hem sembolik olarak polisi ve siyasi iktidarı nasıl yaraladığını aklınıza getirin...
Cumartesi günü İstanbul tekrar benzer vahim görüntülere sahne oldu...
Başbakan'ın rektörlerle bir araya geldiği Dolmabahçe'ye gitmek isteyen bir grup Beşiktaş ve Kabataş'ta polisin sert müdahalesiyle karşılaştı...
Başbakan Erdoğan'ın demokratik açılım kapsamında devam eden Dolmabahçe buluşmalarında rektörlerle bir araya gelmesini fırsat bilen Öğrenci Gençlik Sendikası (Genç-Sen) üyesi gruplar, Başbakan'ı ve YÖK'ü protesto için dün Dolmabahçe'de buluşma kararı almıştı.
Ama öğrenciler Dolmabahçe'ye yaklaşamadan engellendi.
Hem de dayak ve biber gazıyla...
İlk müdahale Eskişehir ve Ankara'dan üç otobüsle arkadaşlarına destek olmak için gelen 150 öğrenciye Çamlıca gişelerinde geldi. İstanbul'a girişlerine izin verilmeyen öğrenciler, orantısız güç uygulanarak geri çevrildi.
Bir benzin istasyonunda mola veren öğrencilere bu kez polis biber gazıyla müdahalede bulununca ortalık karıştı.
Bir genç kız çocuğunu düşürdü...
23 öğrenci gözaltına alındı...
Eğilimleri ne olursa olsun, kim olurlarsa olsun ne fark eder?
Bu nasıl bir iştir?
Biber gazı sıkmak, öğrenci dövmek ne demektir?
İstanbul Emniyet Müdürü Çapkın, "Demokratik haklar kullanılırken yasal sınırlar aşılmaya çalışılırsa o zaman polis zor kullanır" demiş...
Bu tür bildik polis sözlerini, polis açıklamalarını duymak istemiyoruz bu ülkede...
Yasal sınır evet, ama onun kadar önemli olan, asıl önemli olan meşruluk sınırıdır, tahammül sınırıdır...
Demokrasi sadece siyasi alan genişlemesinden ibaret değildir, demokrasi aynı zamanda bu alanda sivil ve barışçıl değerlerin filizlenmesini gerektirir.
Cumartesi günü, bu durumun tersine, "çorak bir siyasi alan"a işaret etti...
Umarız bu son olur...
Her alanda, her koşulda, her şekilde polis hukuk devletinin polisi, siyasi iktidar demokratik düzenin iktidarı olmayı bilir...
Ali BAYRAMOĞLU - YENİ ŞAFAK
7 Aralık 2010 Salı
20 Ekim 2010 Çarşamba
Türkiye'nin 2010 dünya karnesi
Duydunuz mu?
Türkiye 134 ülke arasında,
Ekonomide, 131...
Eğitimde, 139...
Sağlık ve yaşamda, 61...
Siyasi yetkilendirmede, 104...
Kadın-Erkek eşitliğinde 126'ncı sırada yer alıyormuş.
Yani çok sayıdaki, üçüncü dünya ülkesinden bile gerideymişiz. Bunları kim mi söylüyor?
Dünya Ekonomi Formu 2010 raporu.
Hepsi bu kadar mı? Maalesef değil.
Aynı rapor, 'teğet' geçtiği söylenen ekonomik kriz konusunda ülkemizi 134 ülke arasında 13'üncü sıraya oturturken,
'İşgücüne katılım' oranı sıralamasında 125'inci sıraya... 'Parlamento'da bulunan Kadın Milletvekili sayısı' ile 104'üncü sıraya.
'Hukukun uygulanması' konusunda ise, sondan beşinci sıraya.
Bitti mi?
Üzgünüm ama bitmedi.
Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde ülkesi aleyhine dava açma konusunda kimse elimize su bile dökemiyormuş.
Bakın!
1 Ocak 2009 tarihine kadar ülkemiz aleyhine AHİM'de tam 27 bin 686 dava açılmış. Ve sonuçlanan 16 bin davanın 686 tanesinde ülkemizi 100 Milyon TL'yi aşkın tazminata mahkum ettirerek kırılması zor bir rekora imza atmışız.
Oh, bitti diye düşünüyorsunuz değil mi?
Durun, durun asıl bir 'kitap okuma' konusu var ki onu en sona sakladım. İşte, Türkiye en kötü karne notunu bu konuda almış.
'Gençlerin yüzde 60'ı hiç kitap okumuyor' denilen araştırma sonucuna göre ülkemizde bin kişiden sadece ikisi kitap okuyormuş. Daha da kötüsü bu oran, 'düzenli okuma alışkanlığı' konusunda daha da azalarak bin kişide bire düşüyormuş.
Vah Türkiyem vah.
HALKÇI GÖRÜŞ
Türkiye 134 ülke arasında,
Ekonomide, 131...
Eğitimde, 139...
Sağlık ve yaşamda, 61...
Siyasi yetkilendirmede, 104...
Kadın-Erkek eşitliğinde 126'ncı sırada yer alıyormuş.
Yani çok sayıdaki, üçüncü dünya ülkesinden bile gerideymişiz. Bunları kim mi söylüyor?
Dünya Ekonomi Formu 2010 raporu.
Hepsi bu kadar mı? Maalesef değil.
Aynı rapor, 'teğet' geçtiği söylenen ekonomik kriz konusunda ülkemizi 134 ülke arasında 13'üncü sıraya oturturken,
'İşgücüne katılım' oranı sıralamasında 125'inci sıraya... 'Parlamento'da bulunan Kadın Milletvekili sayısı' ile 104'üncü sıraya.
'Hukukun uygulanması' konusunda ise, sondan beşinci sıraya.
Bitti mi?
Üzgünüm ama bitmedi.
Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde ülkesi aleyhine dava açma konusunda kimse elimize su bile dökemiyormuş.
Bakın!
1 Ocak 2009 tarihine kadar ülkemiz aleyhine AHİM'de tam 27 bin 686 dava açılmış. Ve sonuçlanan 16 bin davanın 686 tanesinde ülkemizi 100 Milyon TL'yi aşkın tazminata mahkum ettirerek kırılması zor bir rekora imza atmışız.
Oh, bitti diye düşünüyorsunuz değil mi?
Durun, durun asıl bir 'kitap okuma' konusu var ki onu en sona sakladım. İşte, Türkiye en kötü karne notunu bu konuda almış.
'Gençlerin yüzde 60'ı hiç kitap okumuyor' denilen araştırma sonucuna göre ülkemizde bin kişiden sadece ikisi kitap okuyormuş. Daha da kötüsü bu oran, 'düzenli okuma alışkanlığı' konusunda daha da azalarak bin kişide bire düşüyormuş.
Vah Türkiyem vah.
HALKÇI GÖRÜŞ
18 Ekim 2010 Pazartesi
Dünyanın en güçlü 25 ekonomisi
Dünyanın en güçlü 25 ekonomisi ve takipçileri ülkeler
Dünya ekonomisinde eksen son sürat gelişmekte olan ülkelere doğru kayıyor.
Klasik sanayileşmiş ülkeler, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Hollanda, Belçika, İsveç gibi ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlığı gittikçe azalırken, Çin, Hindistan, Güney Kore, Endonezya, Türkiye, Malezya, Tayland, Mısır gibi gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisinde giderek daha fazla pay kapıyorlar.
Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerinden derlenen bilgilere göre, ABD'nin dünya ekonomisindeki payı, satın alma gücü paritesine göre gayri safi yurtiçi hasıla (SGP-GSYH) bazında, 1980'de yüzde 24,585 iken, 2011 yılında yüzde 20'nin altına yüzde 19,884'e gerileyecek. ABD'nin payı 2015'de ise yüzde 18,4'ün altına inecek. Dünya ekonomisinden aldıkları pay, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika gibi ülkelerde daha dramatik bir şekilde düşecek.
JAPONYA 80'LERDE DÜNYANIN İKİNCİ BÜYÜK EKONOMİSİ
1980'lerde dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumundaki Japonya'nın 1980'de aldığı yüzde 9,17'lik pay, 2015'de yüzde 5,15, Almanya'nın payı yüzde 6,68'den yüzde 3,42'ye, İngiltere'de yüzde 4,29'dan yüzde 2,74'e, Fransa'da yüzde 4,72'den yüzde 2,62'ye, İtalya'da yüzde 4,47'den yüzde 2,08'e, Belçika'da yüzde 0,85'den yüzde 0,47'ye düşecek.
Buna karşın, Çin dünya ekonomisinden aldığı payı bu dönemde 8 kat, Hindistan 2,5 artıracak. Çin, 1980-2015 döneminde payını yüzde 2,19'dan yüzde 16,96'ya, Hindistan 2,45'den yüzde 6,28'e çıkaracak. 1980'de 13'üncü büyük ekonomi olan ve sıralamada, Hindistan, Meksika, Kanada, İspanya gibi ülkelerin gerisinde kalan Çin, o tarihte İtalya'nın yarısı kadar satın alma güce paritesine göre GSYH'si vardı. 2015'de İtalya'nın 8,5 katı, ABD'ye yakın bir SGP-GSYH düzeyine ulaşacak.
Sanayileşmiş 7 büyük ülkenin (ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada) oluşturduğu G-7 (Grup 7), 1980 yılında dünya ekonomisinin yüzde 56,3'ü, 1992'de yüzde 51,4'ü 2010 yılında yüzde 40,1'i oluştururken, bu oran 2015 yılında yüzde 36'ya inecek.
Bu karşın, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'den oluşan ve bu ülkelerin İngilizce yazılışının ilk harflerinden oluşturulan bir tabirle BRIC olarak adlandırılan bu ülkelerin 1992'de dünya ekonomisindeki payı yüzde 14,53 iken, bu yıl yüzde 24,48'e, 2015 yılında ise yüzde 29,08'e yükselecek.
TÜRKİYE 16.SIRADA
Türkiye'nin dünya ekonomisinde 1980'de aldığı yüzde 1,025'lik pay, 1992 yılında yüzde 1,188'e, 2010 yılında yüzde 1,274'e çıkarken, 2015 yılında yüzde 1,232'ye inecek ama 16'ıncılıktaki sırası değişmeyecek. Sıralamada 1980'de 20'inci olan Türkiye, 1992'de 17'inciliğe yükselmişti. Daha sonra 15 ile 19'unculuk arasında yer alan Türkiye, halen dünya sıralamasında 16'ıncı...
Dünyanın en büyük 25 ekonomisi ile diğer bazı ülkelerin 1980, 1992 yıllarında dünya ekonomisi içindeki payları ile 2010 ve 2015 tarihlerinde dünya ekonomisinden alacakları paylar tahmini olarak şöyle:
ENSONHABER
Dünya ekonomisinde eksen son sürat gelişmekte olan ülkelere doğru kayıyor.
Klasik sanayileşmiş ülkeler, ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada, Hollanda, Belçika, İsveç gibi ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlığı gittikçe azalırken, Çin, Hindistan, Güney Kore, Endonezya, Türkiye, Malezya, Tayland, Mısır gibi gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisinde giderek daha fazla pay kapıyorlar.
Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerinden derlenen bilgilere göre, ABD'nin dünya ekonomisindeki payı, satın alma gücü paritesine göre gayri safi yurtiçi hasıla (SGP-GSYH) bazında, 1980'de yüzde 24,585 iken, 2011 yılında yüzde 20'nin altına yüzde 19,884'e gerileyecek. ABD'nin payı 2015'de ise yüzde 18,4'ün altına inecek. Dünya ekonomisinden aldıkları pay, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Belçika gibi ülkelerde daha dramatik bir şekilde düşecek.
JAPONYA 80'LERDE DÜNYANIN İKİNCİ BÜYÜK EKONOMİSİ
1980'lerde dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumundaki Japonya'nın 1980'de aldığı yüzde 9,17'lik pay, 2015'de yüzde 5,15, Almanya'nın payı yüzde 6,68'den yüzde 3,42'ye, İngiltere'de yüzde 4,29'dan yüzde 2,74'e, Fransa'da yüzde 4,72'den yüzde 2,62'ye, İtalya'da yüzde 4,47'den yüzde 2,08'e, Belçika'da yüzde 0,85'den yüzde 0,47'ye düşecek.
Buna karşın, Çin dünya ekonomisinden aldığı payı bu dönemde 8 kat, Hindistan 2,5 artıracak. Çin, 1980-2015 döneminde payını yüzde 2,19'dan yüzde 16,96'ya, Hindistan 2,45'den yüzde 6,28'e çıkaracak. 1980'de 13'üncü büyük ekonomi olan ve sıralamada, Hindistan, Meksika, Kanada, İspanya gibi ülkelerin gerisinde kalan Çin, o tarihte İtalya'nın yarısı kadar satın alma güce paritesine göre GSYH'si vardı. 2015'de İtalya'nın 8,5 katı, ABD'ye yakın bir SGP-GSYH düzeyine ulaşacak.
Sanayileşmiş 7 büyük ülkenin (ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada) oluşturduğu G-7 (Grup 7), 1980 yılında dünya ekonomisinin yüzde 56,3'ü, 1992'de yüzde 51,4'ü 2010 yılında yüzde 40,1'i oluştururken, bu oran 2015 yılında yüzde 36'ya inecek.
Bu karşın, Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin'den oluşan ve bu ülkelerin İngilizce yazılışının ilk harflerinden oluşturulan bir tabirle BRIC olarak adlandırılan bu ülkelerin 1992'de dünya ekonomisindeki payı yüzde 14,53 iken, bu yıl yüzde 24,48'e, 2015 yılında ise yüzde 29,08'e yükselecek.
TÜRKİYE 16.SIRADA
Türkiye'nin dünya ekonomisinde 1980'de aldığı yüzde 1,025'lik pay, 1992 yılında yüzde 1,188'e, 2010 yılında yüzde 1,274'e çıkarken, 2015 yılında yüzde 1,232'ye inecek ama 16'ıncılıktaki sırası değişmeyecek. Sıralamada 1980'de 20'inci olan Türkiye, 1992'de 17'inciliğe yükselmişti. Daha sonra 15 ile 19'unculuk arasında yer alan Türkiye, halen dünya sıralamasında 16'ıncı...
Dünyanın en büyük 25 ekonomisi ile diğer bazı ülkelerin 1980, 1992 yıllarında dünya ekonomisi içindeki payları ile 2010 ve 2015 tarihlerinde dünya ekonomisinden alacakları paylar tahmini olarak şöyle:
ENSONHABER
Türbanı Üniversitelerde KABULLENMİYORUZ!
YÖK'ün İstanbul Üniversitesi üzerinden başlattığı son müdahale ile türban bir kez daha, AKP gericiliğinin üniversitelere yönelik dönüştürme operasyonunun koçbaşı olarak kullanıma sokulmuş durumda. Özgürlükçülük adına türban özgürlüğü dillendirilirken, YÖK genelgesiyle üniversitelerde yasal olarak daimi sivil polis varlığı, öğrencilerin parmak izi veri tabanının oluşturulması, tanıtım standı açmak da dâhil olmak üzere her türlü siyasi faaliyetin yasaklanması isteniyor. "Parasız eğitim" sözünü ağzına alan öğrenciler yaka paça gözaltına alınıp yıllarca hapis istemiyle hâkim önüne çıkartılıyor. Özcesi, gericiliğin saldırısının listesi uzun ve hızla uzamaya devam ediyor.
Bugün sessiz kalmak, yarın olacak her şeyi kabullenmek haline gelmiş durumda.
Üniversite Konseyleri Derneği, bir kez daha bu saldırının karşısında durma kararlılığına sahip ve yaşananların kabul edilemez olduğunu düşünen tüm akademisyenleri tavır almaya çağırıyor. Bu doğrultuda bir başlangıç olarak aşağıda ilginize sunuyor olduğumuz imza metnini kaleme aldık. Akademinin AKP'ye ve onun temsil ettiği karanlığa teslim olmayacağına, insanlığın aydınlanmasından yana tüm bilim insanlarının AKP'ye karşı güçlü bir HAYIR cevabı vereceğine güveniyoruz.
KABULLENMİYORUZ!
Üniversitede türbanı bir kez daha, bu sefer “özgürlük simgesi” olarak yerleşkelerimize, dersliğimize kadar sokmaya çalışıyorlar. Bu hukuksuzluğa direnenleri, büyük bir pervasızlıkla “baskıcılıkla” suçluyorlar, isim isim afişe ediyorlar. Böylesine bir dayatma sürerken özgürlükten bahsediyorlar.
Biz bu ülkenin aydınlanmasını, ilerlemesini, bağımsızlığını savunan bilim insanları olarak özgürlüğün ancak baskı ve esaret karşısında tanımlanabileceğini iyi biliyoruz.
Üniversitelerdeki türban dayatmasını ve bunun özgürleşme olduğunu kabullenmiyoruz!
Kabullenmiyoruz! Bugün türbana özgürlük diyenlerin, ilerici aydınlarımızın ve bilim insanlarımızın baskı görmesini, tutuklanmasını, Sivas’ta yakılmasını, faili meçhullerde katledilmesini umursamadıklarını, hatta “provoke ettiler” diye onayladıklarını, kaybettiğimiz değerli pek çok akademisyenimize hakaretlere devam ettiklerini görüyoruz.
Kabullenmiyoruz! Bir defa daha iktidar eliyle dinsel dogmaların ve emperyalizmin ılımlı İslam projesinin hâkim hale getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Türbana özgürlük diyenlerin ülkemizin özgürlüğünü yani bağımsızlığımızı umursamadığını biliyoruz.
Kabullenmiyoruz! Özgürlükten bahsedenlerin, türban özgürlüğünü kollayan sözde özgürlükçü YÖK’ün kararıyla üniversitede sivil polisin cirit atacak olmasını, hatta öğrencilerden parmak izi alınmasını ve parasız eğitim gibi haklı ancak istenmeyen görüşlere sahip öğrencilerin görüşlerini açıklamalarının yasaklanacak olmasını umursamadıklarını görüyoruz.
Kısacası, üniversitede türbanı değil, kadının, ülkemizin, emeğin ve aklın özgürleşmesini tartışmak istiyoruz.
Kabullenmiyoruz! Tüm inançlardan öğrencilerimizi sırf cemaatler, siyasi iktidar, parlamento muhalefeti ve Vaşington istedi diye Ortaçağ karanlığına terk etmeyeceğimizi, kılık kıyafetin ötesinde gerçek, temelli bir özgürleşme ve aydınlanma mücadelesini başlatacağımızı ilan ediyoruz!
ÜKD - Üniversite Konseyleri Derneği
Bugün sessiz kalmak, yarın olacak her şeyi kabullenmek haline gelmiş durumda.
Üniversite Konseyleri Derneği, bir kez daha bu saldırının karşısında durma kararlılığına sahip ve yaşananların kabul edilemez olduğunu düşünen tüm akademisyenleri tavır almaya çağırıyor. Bu doğrultuda bir başlangıç olarak aşağıda ilginize sunuyor olduğumuz imza metnini kaleme aldık. Akademinin AKP'ye ve onun temsil ettiği karanlığa teslim olmayacağına, insanlığın aydınlanmasından yana tüm bilim insanlarının AKP'ye karşı güçlü bir HAYIR cevabı vereceğine güveniyoruz.
KABULLENMİYORUZ!
Üniversitede türbanı bir kez daha, bu sefer “özgürlük simgesi” olarak yerleşkelerimize, dersliğimize kadar sokmaya çalışıyorlar. Bu hukuksuzluğa direnenleri, büyük bir pervasızlıkla “baskıcılıkla” suçluyorlar, isim isim afişe ediyorlar. Böylesine bir dayatma sürerken özgürlükten bahsediyorlar.
Biz bu ülkenin aydınlanmasını, ilerlemesini, bağımsızlığını savunan bilim insanları olarak özgürlüğün ancak baskı ve esaret karşısında tanımlanabileceğini iyi biliyoruz.
Üniversitelerdeki türban dayatmasını ve bunun özgürleşme olduğunu kabullenmiyoruz!
Kabullenmiyoruz! Bugün türbana özgürlük diyenlerin, ilerici aydınlarımızın ve bilim insanlarımızın baskı görmesini, tutuklanmasını, Sivas’ta yakılmasını, faili meçhullerde katledilmesini umursamadıklarını, hatta “provoke ettiler” diye onayladıklarını, kaybettiğimiz değerli pek çok akademisyenimize hakaretlere devam ettiklerini görüyoruz.
Kabullenmiyoruz! Bir defa daha iktidar eliyle dinsel dogmaların ve emperyalizmin ılımlı İslam projesinin hâkim hale getirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Türbana özgürlük diyenlerin ülkemizin özgürlüğünü yani bağımsızlığımızı umursamadığını biliyoruz.
Kabullenmiyoruz! Özgürlükten bahsedenlerin, türban özgürlüğünü kollayan sözde özgürlükçü YÖK’ün kararıyla üniversitede sivil polisin cirit atacak olmasını, hatta öğrencilerden parmak izi alınmasını ve parasız eğitim gibi haklı ancak istenmeyen görüşlere sahip öğrencilerin görüşlerini açıklamalarının yasaklanacak olmasını umursamadıklarını görüyoruz.
Kısacası, üniversitede türbanı değil, kadının, ülkemizin, emeğin ve aklın özgürleşmesini tartışmak istiyoruz.
Kabullenmiyoruz! Tüm inançlardan öğrencilerimizi sırf cemaatler, siyasi iktidar, parlamento muhalefeti ve Vaşington istedi diye Ortaçağ karanlığına terk etmeyeceğimizi, kılık kıyafetin ötesinde gerçek, temelli bir özgürleşme ve aydınlanma mücadelesini başlatacağımızı ilan ediyoruz!
ÜKD - Üniversite Konseyleri Derneği
Etiketler:
akp,
başörtüsü,
cemaat,
cübbeli ahmet,
fetullah gülen,
genç-sen,
laiklik,
özgürlük,
tarikat,
türban,
ükd,
üniversite,
üniversite konseyleri derneği,
yök
13 Eylül 2010 Pazartesi
MİLLET EVET Mİ DEDİ?
50 milyon seçmen vardı. Yüzde 58 EVET, Yüzde 42 HAYIR sonuçla bir oylama geride kaldı.
700 bin oy geçersiz sayıldı. (Bu noktaya dikkat). Ve halkın yüzde 23’ü oy kullanmadı.
Öncelikle;
Bu süreçte, milyarlarca liralık rüşvet, sadaka, yardım, iktidar partisi eliyle dağıtıldı. Tüm basın yayın araçlarında propaganda makinası EVET! diye bağırtıldı. Diyanet, cami imamları, EVET kampanyası yaptı. Tüm illerde Valilikler, ve kaymakamlıkların imkanları kullanıldı.
TÜM BUNLARA KARŞIN, bu millet yüzde 42 oranında ‘HAYIR!’ dedi.
Yüzde 42’lik HAYIR, baskının ve propagandanın ve yayılan bilgi karmaşasının boyutu düşünüldüğünde, küçümsenecek bir rakam değildir.
‘Umutsuz’luk girdabına kolay düşenlere ve ‘gideceğim bu diyarlardan’ mealinde iletiler yollayan sevgili gençlere diyorum ki, işte hep yazıp çizdiğimiz ‘ecnebileşme’ budur!
Kaçmak, milleti ‘aptallıkla’ suçlamak, ‘3 kuruşa satılanlardan’ sözetmek , durumu görememektir. Kolayı seçmektir. Kendini rahatlatmaktır.
Zor olan ANLAMAKTIR…
Anlamamız gereken ilk mesele millet ÖZGÜR İRADESİYLE ‘EVET’ dememiştir.
Karnı aç, beyni aç bırakılmış olanlar, ne olduğunu bilmedikleri ve dillerinin bile dönmediği bir ‘referandum’un içinde yeralan 26 maddeye EVET basmışlardır. Anayasa değişiklikliğinin ülke yararına olacağına birileri tarafından; köydeki, mahalledeki imam, güvendiği arkadaş, aile ve aşiret reisi ve her gün ekranda gördükleri kuklalar tarafından İKNA edilmişlerdir.
İkinci mesele, bu İKNA’nın sebebidir. Bu millet uzun zamandır MUHALEFETE güvenmemektedir. Muhalefet yokluğu ve muhalefetin çeşitli kesimlerce, ‘güven vermez uzantıları’ EVET demelerine neden olmuştur.
CHP ve MHP gerçek muhalefet değildir. Ve halk aslında muhalefet etiketi altında duran partileri uzun zamandır MUHALEFET olarak görmemektedir.
‘Batı eksenindeyiz’ diyerek, ABD’ye göz kırparak, ‘AB’ye biz sizi sokacağız!’ diyerek, ‘kürt raporlarından’ sözederek, birbirinden beter işlere bulaşmış partilileri yüksek görevlere getirerek, Amerikan istihbaratı ile Soros’la görüşüp, Bilderberglerde ağırlanarak, yolsuzlukları kanıtlanmış belediye mensuplarını parti içinde tutarak, çarşaf ve başörtüsü söylemini ‘kullanarak’ ve ‘beyaz Türk’ burnu büyüklüğü içindeki öncü kadroları, aç sefil halkla temasa sokarak, bir noktaya varılamayacağı kanıtlanmıştır.
Önümüze bakalım!
Şimdi tarih 13 Eylül. 3 ay önce bıraktığımız yerde, satılan fabrikalar, her dört gençten birinin işsiz olduğu, nüfusun yüzde 14ünün de aç bilaç işsiz sokaklarda dolaştığı, her gün şehitler verdiğimiz ve ekranlarda ‘açılım’ın ve ‘özerkliğin’ tartışıldığı bir Türkiye vardı. 3 aydır, millete referandum tartışması dayatıldı. Şimdi başbakanın deyişiyle ‘BÜYÜK KAPI açıldı!’ ‘Tarihi eşikten geçmiş bulunuyoruz!’
* Önümüzdeki birkaç ay içinde , Başbakan’ın teşekkür ettiği ‘Okyanus ötesi’ (sadece cemaat değil ama ABD yönetimi), Başkanlık sistemini ve federasyon anayasasını devreye sokacak. Böylece üniter devlete bir nokta koyma çalışmaları hız kazanacak.
* İktidar eliyle yeni bir anayasa yapılacak. Bu anayasada ‘Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü’ maddesi olmayacak.
* Yargı, Yürütme ve yasama ile birlikte ABD-AKP arzularını yerine getirmekle mükellef olacağı bir sisteme sokulacak.
* Önümüzdeki süreçte, ‘halkın psikolojisi’ ile ince ayar oynanarak Türkiye topraklarından çalınarak kurulacak bir kukla devlet fikri fiiliyata geçirilecek.
* Ermenistan ve Patrikhane konusunda ABD’nin AB’nin istediği adımlar hayata geçirilecek.
* Medyada daha büyük bir yandaş dalga ortalığı saracak.
* Ve Silivri’den geride kalan muhalif aydınlar büyük risk altında olacak.
Tüm bu koşullarda Türk milletinin GERÇEK MUHALEFETE ihtiyacı vardır. Türk milleti, oy verdiklerine değil, oy vermediklerine bakmak lazımdır.Bu millet varolan ‘muhalefeti’ desteklememekte, ya da ‘KERHEN’ desteklemektedir.
Muhalefete güvenemeyen bir millet yüzde 42 oyla bir Amerikan projesine HAYIR! diyorsa, GERÇEK MUHALEFET ortaya çıkabilse, tümüyle arkasında birleşecektir.
Halk GERÇEK MUHALEFET’i beklemektedir! Beklemeyi bırakıp, o muhalefeti kendi bağrından çıkarması gerektiğini, bilinçaltından fiiliyata geçirdiği gün, Türkiye bambaşka bir sabaha gözünü açacaktır.
Bunu belli bir zaman içinde beceremezse, ülke SEVR haritasında ve bu oylama sonuçlarını gösteren haritalarda yansıdığı gibi, üçe bölünmüş haliyle de kalmayacak, ABD’nin atadığı ‘krallar’ca yönetilen, şehir devletçiklere bölünerek yokoluşa gidecektir.
Kendini bilmezlerce söylendiği gibi ‘Atatürk ilkeleri’ toprağa gömülecek ‘EVRENSEL HUKUK’ teranesi kılıfında faşizm egemen olacaktır.
Ben Türk milletinin tarihte yaptığı gibi, BU AŞAMADA düşmanı şaşırtacağını biliyorum!
Banu AVAR
700 bin oy geçersiz sayıldı. (Bu noktaya dikkat). Ve halkın yüzde 23’ü oy kullanmadı.
Öncelikle;
Bu süreçte, milyarlarca liralık rüşvet, sadaka, yardım, iktidar partisi eliyle dağıtıldı. Tüm basın yayın araçlarında propaganda makinası EVET! diye bağırtıldı. Diyanet, cami imamları, EVET kampanyası yaptı. Tüm illerde Valilikler, ve kaymakamlıkların imkanları kullanıldı.
TÜM BUNLARA KARŞIN, bu millet yüzde 42 oranında ‘HAYIR!’ dedi.
Yüzde 42’lik HAYIR, baskının ve propagandanın ve yayılan bilgi karmaşasının boyutu düşünüldüğünde, küçümsenecek bir rakam değildir.
‘Umutsuz’luk girdabına kolay düşenlere ve ‘gideceğim bu diyarlardan’ mealinde iletiler yollayan sevgili gençlere diyorum ki, işte hep yazıp çizdiğimiz ‘ecnebileşme’ budur!
Kaçmak, milleti ‘aptallıkla’ suçlamak, ‘3 kuruşa satılanlardan’ sözetmek , durumu görememektir. Kolayı seçmektir. Kendini rahatlatmaktır.
Zor olan ANLAMAKTIR…
Anlamamız gereken ilk mesele millet ÖZGÜR İRADESİYLE ‘EVET’ dememiştir.
Karnı aç, beyni aç bırakılmış olanlar, ne olduğunu bilmedikleri ve dillerinin bile dönmediği bir ‘referandum’un içinde yeralan 26 maddeye EVET basmışlardır. Anayasa değişiklikliğinin ülke yararına olacağına birileri tarafından; köydeki, mahalledeki imam, güvendiği arkadaş, aile ve aşiret reisi ve her gün ekranda gördükleri kuklalar tarafından İKNA edilmişlerdir.
İkinci mesele, bu İKNA’nın sebebidir. Bu millet uzun zamandır MUHALEFETE güvenmemektedir. Muhalefet yokluğu ve muhalefetin çeşitli kesimlerce, ‘güven vermez uzantıları’ EVET demelerine neden olmuştur.
CHP ve MHP gerçek muhalefet değildir. Ve halk aslında muhalefet etiketi altında duran partileri uzun zamandır MUHALEFET olarak görmemektedir.
‘Batı eksenindeyiz’ diyerek, ABD’ye göz kırparak, ‘AB’ye biz sizi sokacağız!’ diyerek, ‘kürt raporlarından’ sözederek, birbirinden beter işlere bulaşmış partilileri yüksek görevlere getirerek, Amerikan istihbaratı ile Soros’la görüşüp, Bilderberglerde ağırlanarak, yolsuzlukları kanıtlanmış belediye mensuplarını parti içinde tutarak, çarşaf ve başörtüsü söylemini ‘kullanarak’ ve ‘beyaz Türk’ burnu büyüklüğü içindeki öncü kadroları, aç sefil halkla temasa sokarak, bir noktaya varılamayacağı kanıtlanmıştır.
Önümüze bakalım!
Şimdi tarih 13 Eylül. 3 ay önce bıraktığımız yerde, satılan fabrikalar, her dört gençten birinin işsiz olduğu, nüfusun yüzde 14ünün de aç bilaç işsiz sokaklarda dolaştığı, her gün şehitler verdiğimiz ve ekranlarda ‘açılım’ın ve ‘özerkliğin’ tartışıldığı bir Türkiye vardı. 3 aydır, millete referandum tartışması dayatıldı. Şimdi başbakanın deyişiyle ‘BÜYÜK KAPI açıldı!’ ‘Tarihi eşikten geçmiş bulunuyoruz!’
* Önümüzdeki birkaç ay içinde , Başbakan’ın teşekkür ettiği ‘Okyanus ötesi’ (sadece cemaat değil ama ABD yönetimi), Başkanlık sistemini ve federasyon anayasasını devreye sokacak. Böylece üniter devlete bir nokta koyma çalışmaları hız kazanacak.
* İktidar eliyle yeni bir anayasa yapılacak. Bu anayasada ‘Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü’ maddesi olmayacak.
* Yargı, Yürütme ve yasama ile birlikte ABD-AKP arzularını yerine getirmekle mükellef olacağı bir sisteme sokulacak.
* Önümüzdeki süreçte, ‘halkın psikolojisi’ ile ince ayar oynanarak Türkiye topraklarından çalınarak kurulacak bir kukla devlet fikri fiiliyata geçirilecek.
* Ermenistan ve Patrikhane konusunda ABD’nin AB’nin istediği adımlar hayata geçirilecek.
* Medyada daha büyük bir yandaş dalga ortalığı saracak.
* Ve Silivri’den geride kalan muhalif aydınlar büyük risk altında olacak.
Tüm bu koşullarda Türk milletinin GERÇEK MUHALEFETE ihtiyacı vardır. Türk milleti, oy verdiklerine değil, oy vermediklerine bakmak lazımdır.Bu millet varolan ‘muhalefeti’ desteklememekte, ya da ‘KERHEN’ desteklemektedir.
Muhalefete güvenemeyen bir millet yüzde 42 oyla bir Amerikan projesine HAYIR! diyorsa, GERÇEK MUHALEFET ortaya çıkabilse, tümüyle arkasında birleşecektir.
Halk GERÇEK MUHALEFET’i beklemektedir! Beklemeyi bırakıp, o muhalefeti kendi bağrından çıkarması gerektiğini, bilinçaltından fiiliyata geçirdiği gün, Türkiye bambaşka bir sabaha gözünü açacaktır.
Bunu belli bir zaman içinde beceremezse, ülke SEVR haritasında ve bu oylama sonuçlarını gösteren haritalarda yansıdığı gibi, üçe bölünmüş haliyle de kalmayacak, ABD’nin atadığı ‘krallar’ca yönetilen, şehir devletçiklere bölünerek yokoluşa gidecektir.
Kendini bilmezlerce söylendiği gibi ‘Atatürk ilkeleri’ toprağa gömülecek ‘EVRENSEL HUKUK’ teranesi kılıfında faşizm egemen olacaktır.
Ben Türk milletinin tarihte yaptığı gibi, BU AŞAMADA düşmanı şaşırtacağını biliyorum!
Banu AVAR
Etiketler:
akp,
banu avar,
bdp,
chp,
deniz baykal,
devlet bahçeli,
kemal kılıçdaroğlu,
lozan,
mhp,
muhalefet,
osman baydemir,
referandum,
sevr,
soros,
tayyip erdoğan,
yeni anayasa
13 Haziran 2010 Pazar
Kapitalizm, Sosyal ve Bireysel Yaşam
Günümüz insanını anlamanın yolu onların içinde yaşadıkları ekonomik ve siyasi sistemleri anlamaktan geçer. Bu anlamda dünyadaki hakim ve tek yaşayan ekonomik sistem olan kapitalizmin iyice anlaşılması ve ekonomik sistemin yanında toplumsal yaşama inen yönlerini de tahlil etmek gerek. Bu bağlamda kapitalizmin uzun ömürlü olmasını sağlayan, kapitalist sistemi ayakta tutan, sistemin sosyal hayata olan etkisidir. Sistem sadece ekonomik şartlarla değerlendirilmemeli, sosyal yaşamdaki organize edici, insanların yaşamlarını ve kişiliklerini belirleyici etkisi asla küçümsenmemelidir.
Tarihin sonu geldi mi? Kapitalizm kendi önündeki öteki ekonomik ve politik sistemleri devre dışı bırakarak tek hakim sistem konumuna geldi. Bu anlamda artık tarihin sonu gelmiştir. En son Birleşik Arap Emirliklerinde hafta sonu tatilinin Perşembe ve Cumadan, Cumartesi ve Pazara alınması kararı, kapitalizmin sonunda Arap yarım adasında da zafer kazandığını gösterdi. Bu günlerde Arap ülkelerinde hafta sonu tatilinin değiştirilmesi tartışmaları devam etmekte. Kapitalizm Irak savaşıyla önündeki aslında 100 yıl önce Osmanlı’ya karşı İngilizler eliyle yarattığı ve 1979 Afganistan’ın Sovyetlerce işgali ile birlikte militanlaştırdığı geleneksel Arap-İslam-Vahhabi oluşumunu da aşmaktadır.
Kapitalizmin tek güç haline gelmesiyle küreselleşen dünya artık insanların yaşamlarını da birbirine benzer hale getirmiştir. Bireyselleşen insanın bencilliği, acımasızlığı, merhametsizliği, ötekine yabancılaşması, normal birer davranışmış gibi sunulmakta, aslında bencilleşen, acımasızlaşan, ötekine yabancılaşan insanın daha verimli çalışması önündeki engeller böylelikle ortadan kalkmış olmaktadır. Ya insanlar memnun mudur hayatından? Bencillik doğru bir davranış mıdır? Acımasızlık? Bunlar insanı memnun eder mi? Mutlu eder mi? Para her şey midir? Modern insan işini yaşamını sevdikleri için terk edemez, çünkü sistem onu böyle şekillendirmiştir. Kapitalini terk etmeyi bilmemelidir. İs devam etmelidir. Para kazanılmalıdır, iş yaşamı devam etmelidir, öteki bir deyişle dükkan devamlı açık kalmalıdır. Bunun bir istisnası yoktur. Çalışmak önemlidir, iş hayatının devamını hiç bir şey engellememelidir. Aslında bu kuralın istisnasını da şirket CEO’ları yaşamaktadır, onlar haftada 40 saat çalışmamakta, sevdiklerine ayıracakları vakitleri bulabilmektedirler, ancak CEO’ların belki de büyük bir çoğunluğu bu göreve gelebilmek için çoktan sevdiklerini, ailelerini kaybetmişlerdir, onlar 50’li yaşlarında kendi zamanlarını kontrol edebilme haklarını almışlardır, ancak bu vakti harcayacak kimseleri yanlarında kalmamıştır. Ya da insani yanlarını çoktan yok etmişlerdir. Ya CEO olacak şansı yakalamayanlar ki bunlar büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Ölene kadar çalışan bu kitle, hiç bir zaman gerçek anlamda mutluluğu yakalayamamış ve kendi günlerini tek başlarına planlama lüksleri olmamıştır.
Kapitalizmin kurbanları kendilerini kurban olarak hiç bir zaman görmezler, çünkü sistem onların eleştirisel düşüncelerini almıştır, insani yanlarını tırpanlamıştır, haftada 40–50 saat çalışmak, çekici olmak için en az haftada 4–5 gün GYM’e gitmek, hafta sonu eğlenmek ki bu barda saatlerce içmek demek, sonra sabaha kadar seks, sonra tekrar işe dönmek. Uyuşturucu ile birleşen seks partileri bir anlamda yeni bir tapınma şeklini yaratmıştır. AIDS ve öteki ciddi hastalıkların bu insanlar için artık korkutucu bir yanı yoktur, çünkü onların yaşamlarından başka kaybedecekleri şeyleri yoktur, aynı komünizmin yüzyıl önce çocuklarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan proletaryayı tanımlaması gibi, çocukların olmadığı bir toplumda artık kaybedecek bir şey de kalmamıştır. Öldüklerinde arkalarında ağlayacak, onlar için üzülecek kimseleri olmayanlar ölümün üzerine gidebilir. Sistemin kurbanları tarihin son aşamasında artık şehvetlerini tatmin edecek yeni yollar bulmak için enerjilerini harcamaktadırlar. Bu kurbanlar ölümle de şaka yapmayı kendilerine bir ayrıcalık olarak görmüştür, korkusuzluk kurbanlar için çok çekicidir ve yaşamlarını değişik kılmak için aslında çok korkak olan zihinlerini, risk alarak aldatmayı tercih etmişlerdir.
Kapitalizm dinleri de kendine benzetmiştir. Din adamları dini kendi işleri görmüşlerdir ve o dine inananları da büyük bir Pazar. Kapitalizm dini de bir sektör, bir market haline getirmiştir. Din adamları kendi işlerini tam anlamıyla yaparken, aynı bir mühendisin özel hayatına işini sokamaması gibi, kendi özel hayatlarına bir iş olan dini sokmamışlardır. Çünkü onlar da bu sistemin bir parçası olmuşlardır. Özel hayatlarında din adına söylediklerinin tam tersini yaşamayı tercih etmişlerdir. Çünkü kapitalizm dinleri de kendi gelişmesi önündeki engellerden biri olarak görmüştür. Dinleri kendi kurallarına uydurmakta bir anlamda zorluk çekmemiştir. Artık dinlerin de genel anlamda bir özelliği kalmamıştır, ayni içi boşaltılan öteki kavramlar gibi aile gibi arkadaşlık gibi.
Tüm ekonomik sistemlerin temel amacı zenginlik ve refah olmuştur, kimi zenginliği serbest piyasa sistemi üzerine dayandırmış, kimi ise kapitali toplumun ortak malı olarak göstererek, insanları kapital için çalışmaya teşvik etmeyi öngörmüş, faşizm ise parayı ve toplumu yönetmeyi kooperatiflere bırakmıştır. Ancak kapitalizmin uygulaması başarıyla sonuçlanmıştır. Ve kapitalizm 1991 yılında Sovyetlerin yıkılması ve 2006 yılında Afganistan, Irak ve Arap yarım adasının tümüyle işgali ile nihai zaferini ilan etmiştir. Denilebilir ki Çin ve Küba’yı nereye koyacağız, bir de Venezuela ve İran’ı, bunların söylemleri görünüşte kapitalizme karşı olmasına rağmen gerçekte kapitalizm bu ülkelerde en acımasız bir şekilde yaşamını devam ettirmektedir. Çin’de, Avrupa’da kapanmak zorunda kalan K-Mart milyarlarca dolar kâr edebilmiştir, ya Küba ekonomisi; turizme dayanan ekonomi, turistler için yeni zevkler sunmada kendi vatandaşlarını en acımasız şekilde kullanmaktan çekinmemiştir. Venezuela başkanı konuşurken ülkesi dünyanın beşinci büyük petrol üreten ülkesi olmasına rağmen halen daha halkının büyük kesimi yoksulluk içinde yasamaktadır. Ya İran, Şah döneminde toprak sahibi olan mollalar, devrimle petrol gelirinin de sahibi olmuşlardır, şu anda dünyanın değişik ülkelerinde İranlı dini liderlerin çocukları, yakınları büyük şirketlerle dünya kapitalizminin içinde yerlerini almışlardır. Buna karşın İran halkının büyük çoğunluğu ekonomik olarak zor durumdadır.
Kapitalizm sevgi ve aşka da geçit vermez. Çünkü sevgi bir afyondur, aynı komünizmin din afyondur demesi gibi ya da aile karşıtlığı gibi, kapitalizm bu sorunu temelde çözmüştür, aşkı, sevgiyi anlamsızlaştırmıştır. Anlamsızlaştırılan dinler gibi sevda kavramının da içi boşaltılarak sadece söze indirgenmiştir. Yaşlanmak büyük bir korkudur, yaşlanınca büyük huzur evleri imdada koşar, ancak burada da yaşlanana kadar biriktirdiğin kapitalin miktarı önemlidir, çok para biriktirmişsen lüks bir huzurevinde dünyaya gözlerini kapatırsın ya da çok kötü şartlar altında. Kapitalizmin hedonizmle hayatları doldurulan kurbanları artık sevgiye hayatlarında geçit vermeyerek zafer kazanmış gibi hissetmişlerdir. Çünkü hedonizm sevgi istemez, çünkü para sevgi tanımaz, sınır tanımayan para, kalplerde de sınır tanımamalı, ABD’de 50-60’li yaşlarda olanlar arasında boşanma oranı son 10 yılda oldukça artmıştır, çünkü hedonizm-kapitalizm yeni tatlara da ulaşılması gerektiği, onlara da sahip olunması gerektiğini öğretmiştir. Kapitalist bireyler her şey zevk için mantığıyla aslında her şeyin kapitalizm için olduğunu unutmaktadırlar. Globalleşen dünya ile bilgiye ulaşmak kolaylaşmış, medya dünyada sinir tanımaz hale gelmiştir. TV kanallarında dünyanın öteki ucundaki yaşamlar şimdi dikkatimizi çekmektedir, ancak ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşayanlar için bunun bir anlamı yoktur. Çünkü gündelik hayatı yaşamak kapitalizmin temel felsefesidir. Toplumun geneli, büyük çoğunluğu, tüketmek, kapitalizmi ayakta tutmak için vardır. Onlar için Türkiye’nin dünyanın neresinde olduğunun önemi yoktur, zaten bilmeleri de gerekmez. Çoğunun zihinleri sürekli aldıkları uyuşturucu ile uyuşturulmuş ve sistemin devamı için kendine düşen görevi yerine getirmeğe devam etmektedirler.
Sevginin, aşkın, inancın, ailenin ve arkadaşlığın olmadığı bir toplum küresel dünyanın belki de en sevilmeyecek yüzüdür. Globalleşmekle bir anlamda insanların karnının doyması sağlanmaktadır, ancak kapitalizm girdiği köylerde hiç merhametli değildir. Çünkü merhamet çoktan kapitalizm tarafından yok edilmiştir. Çocukları için merhamet göstermeyen anne babalar küreselleşen dünyada Tanzanya’daki aç çocuklar için çalışmaya gitmeyi bir merhamet gösterisi olarak kendi kurbanlıklarını unutmak için kullanmaktadırlar. Oysaki kendi çocukları yanı başlarında onların sevgisini ve merhametini beklemektedirler. Ancak bu çocukların çığlıkları ne yazık ki duyulmamakta, her gün onların yalnızlığını daha da ağırlaştırmaktadır.
Karamsarlık belki de kapitalizmin bireyin ruhuna kazandırdığı bir kirli histir. Modernleşen birey, rasyonelleştikçe olaylara iyi yönlerinden bakmayı da unutmaktadır. Artık şüphecilik, kötümseme onun için tek yoldur, çünkü sevdiği ve güvendiği insanların ihanetiyle artık o gittikçe kendinden başkasına güvenmez olmuştur.
Sonuç olarak, kapitalizm kişinin bireysel ve sosyal hayatına geleneksel, modern ötesi yaşama oranla derin ve onarılması gittikçe zorlaşan zararlar vermiştir. Bu yazı eleştiri savından hareketle olanı çıplak bir şekilde yansıtma çabasındadır. Ancak aşk ve umut her zaman, kapitalizme inat, düşünen insanın yaşam kaynağı olmaya devam edecektir.
Murad ESİN - KAOS GL
Tarihin sonu geldi mi? Kapitalizm kendi önündeki öteki ekonomik ve politik sistemleri devre dışı bırakarak tek hakim sistem konumuna geldi. Bu anlamda artık tarihin sonu gelmiştir. En son Birleşik Arap Emirliklerinde hafta sonu tatilinin Perşembe ve Cumadan, Cumartesi ve Pazara alınması kararı, kapitalizmin sonunda Arap yarım adasında da zafer kazandığını gösterdi. Bu günlerde Arap ülkelerinde hafta sonu tatilinin değiştirilmesi tartışmaları devam etmekte. Kapitalizm Irak savaşıyla önündeki aslında 100 yıl önce Osmanlı’ya karşı İngilizler eliyle yarattığı ve 1979 Afganistan’ın Sovyetlerce işgali ile birlikte militanlaştırdığı geleneksel Arap-İslam-Vahhabi oluşumunu da aşmaktadır.
Kapitalizmin tek güç haline gelmesiyle küreselleşen dünya artık insanların yaşamlarını da birbirine benzer hale getirmiştir. Bireyselleşen insanın bencilliği, acımasızlığı, merhametsizliği, ötekine yabancılaşması, normal birer davranışmış gibi sunulmakta, aslında bencilleşen, acımasızlaşan, ötekine yabancılaşan insanın daha verimli çalışması önündeki engeller böylelikle ortadan kalkmış olmaktadır. Ya insanlar memnun mudur hayatından? Bencillik doğru bir davranış mıdır? Acımasızlık? Bunlar insanı memnun eder mi? Mutlu eder mi? Para her şey midir? Modern insan işini yaşamını sevdikleri için terk edemez, çünkü sistem onu böyle şekillendirmiştir. Kapitalini terk etmeyi bilmemelidir. İs devam etmelidir. Para kazanılmalıdır, iş yaşamı devam etmelidir, öteki bir deyişle dükkan devamlı açık kalmalıdır. Bunun bir istisnası yoktur. Çalışmak önemlidir, iş hayatının devamını hiç bir şey engellememelidir. Aslında bu kuralın istisnasını da şirket CEO’ları yaşamaktadır, onlar haftada 40 saat çalışmamakta, sevdiklerine ayıracakları vakitleri bulabilmektedirler, ancak CEO’ların belki de büyük bir çoğunluğu bu göreve gelebilmek için çoktan sevdiklerini, ailelerini kaybetmişlerdir, onlar 50’li yaşlarında kendi zamanlarını kontrol edebilme haklarını almışlardır, ancak bu vakti harcayacak kimseleri yanlarında kalmamıştır. Ya da insani yanlarını çoktan yok etmişlerdir. Ya CEO olacak şansı yakalamayanlar ki bunlar büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Ölene kadar çalışan bu kitle, hiç bir zaman gerçek anlamda mutluluğu yakalayamamış ve kendi günlerini tek başlarına planlama lüksleri olmamıştır.
Kapitalizmin kurbanları kendilerini kurban olarak hiç bir zaman görmezler, çünkü sistem onların eleştirisel düşüncelerini almıştır, insani yanlarını tırpanlamıştır, haftada 40–50 saat çalışmak, çekici olmak için en az haftada 4–5 gün GYM’e gitmek, hafta sonu eğlenmek ki bu barda saatlerce içmek demek, sonra sabaha kadar seks, sonra tekrar işe dönmek. Uyuşturucu ile birleşen seks partileri bir anlamda yeni bir tapınma şeklini yaratmıştır. AIDS ve öteki ciddi hastalıkların bu insanlar için artık korkutucu bir yanı yoktur, çünkü onların yaşamlarından başka kaybedecekleri şeyleri yoktur, aynı komünizmin yüzyıl önce çocuklarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan proletaryayı tanımlaması gibi, çocukların olmadığı bir toplumda artık kaybedecek bir şey de kalmamıştır. Öldüklerinde arkalarında ağlayacak, onlar için üzülecek kimseleri olmayanlar ölümün üzerine gidebilir. Sistemin kurbanları tarihin son aşamasında artık şehvetlerini tatmin edecek yeni yollar bulmak için enerjilerini harcamaktadırlar. Bu kurbanlar ölümle de şaka yapmayı kendilerine bir ayrıcalık olarak görmüştür, korkusuzluk kurbanlar için çok çekicidir ve yaşamlarını değişik kılmak için aslında çok korkak olan zihinlerini, risk alarak aldatmayı tercih etmişlerdir.
Kapitalizm dinleri de kendine benzetmiştir. Din adamları dini kendi işleri görmüşlerdir ve o dine inananları da büyük bir Pazar. Kapitalizm dini de bir sektör, bir market haline getirmiştir. Din adamları kendi işlerini tam anlamıyla yaparken, aynı bir mühendisin özel hayatına işini sokamaması gibi, kendi özel hayatlarına bir iş olan dini sokmamışlardır. Çünkü onlar da bu sistemin bir parçası olmuşlardır. Özel hayatlarında din adına söylediklerinin tam tersini yaşamayı tercih etmişlerdir. Çünkü kapitalizm dinleri de kendi gelişmesi önündeki engellerden biri olarak görmüştür. Dinleri kendi kurallarına uydurmakta bir anlamda zorluk çekmemiştir. Artık dinlerin de genel anlamda bir özelliği kalmamıştır, ayni içi boşaltılan öteki kavramlar gibi aile gibi arkadaşlık gibi.
Tüm ekonomik sistemlerin temel amacı zenginlik ve refah olmuştur, kimi zenginliği serbest piyasa sistemi üzerine dayandırmış, kimi ise kapitali toplumun ortak malı olarak göstererek, insanları kapital için çalışmaya teşvik etmeyi öngörmüş, faşizm ise parayı ve toplumu yönetmeyi kooperatiflere bırakmıştır. Ancak kapitalizmin uygulaması başarıyla sonuçlanmıştır. Ve kapitalizm 1991 yılında Sovyetlerin yıkılması ve 2006 yılında Afganistan, Irak ve Arap yarım adasının tümüyle işgali ile nihai zaferini ilan etmiştir. Denilebilir ki Çin ve Küba’yı nereye koyacağız, bir de Venezuela ve İran’ı, bunların söylemleri görünüşte kapitalizme karşı olmasına rağmen gerçekte kapitalizm bu ülkelerde en acımasız bir şekilde yaşamını devam ettirmektedir. Çin’de, Avrupa’da kapanmak zorunda kalan K-Mart milyarlarca dolar kâr edebilmiştir, ya Küba ekonomisi; turizme dayanan ekonomi, turistler için yeni zevkler sunmada kendi vatandaşlarını en acımasız şekilde kullanmaktan çekinmemiştir. Venezuela başkanı konuşurken ülkesi dünyanın beşinci büyük petrol üreten ülkesi olmasına rağmen halen daha halkının büyük kesimi yoksulluk içinde yasamaktadır. Ya İran, Şah döneminde toprak sahibi olan mollalar, devrimle petrol gelirinin de sahibi olmuşlardır, şu anda dünyanın değişik ülkelerinde İranlı dini liderlerin çocukları, yakınları büyük şirketlerle dünya kapitalizminin içinde yerlerini almışlardır. Buna karşın İran halkının büyük çoğunluğu ekonomik olarak zor durumdadır.
Kapitalizm sevgi ve aşka da geçit vermez. Çünkü sevgi bir afyondur, aynı komünizmin din afyondur demesi gibi ya da aile karşıtlığı gibi, kapitalizm bu sorunu temelde çözmüştür, aşkı, sevgiyi anlamsızlaştırmıştır. Anlamsızlaştırılan dinler gibi sevda kavramının da içi boşaltılarak sadece söze indirgenmiştir. Yaşlanmak büyük bir korkudur, yaşlanınca büyük huzur evleri imdada koşar, ancak burada da yaşlanana kadar biriktirdiğin kapitalin miktarı önemlidir, çok para biriktirmişsen lüks bir huzurevinde dünyaya gözlerini kapatırsın ya da çok kötü şartlar altında. Kapitalizmin hedonizmle hayatları doldurulan kurbanları artık sevgiye hayatlarında geçit vermeyerek zafer kazanmış gibi hissetmişlerdir. Çünkü hedonizm sevgi istemez, çünkü para sevgi tanımaz, sınır tanımayan para, kalplerde de sınır tanımamalı, ABD’de 50-60’li yaşlarda olanlar arasında boşanma oranı son 10 yılda oldukça artmıştır, çünkü hedonizm-kapitalizm yeni tatlara da ulaşılması gerektiği, onlara da sahip olunması gerektiğini öğretmiştir. Kapitalist bireyler her şey zevk için mantığıyla aslında her şeyin kapitalizm için olduğunu unutmaktadırlar. Globalleşen dünya ile bilgiye ulaşmak kolaylaşmış, medya dünyada sinir tanımaz hale gelmiştir. TV kanallarında dünyanın öteki ucundaki yaşamlar şimdi dikkatimizi çekmektedir, ancak ABD ve Avrupa ülkelerinde yaşayanlar için bunun bir anlamı yoktur. Çünkü gündelik hayatı yaşamak kapitalizmin temel felsefesidir. Toplumun geneli, büyük çoğunluğu, tüketmek, kapitalizmi ayakta tutmak için vardır. Onlar için Türkiye’nin dünyanın neresinde olduğunun önemi yoktur, zaten bilmeleri de gerekmez. Çoğunun zihinleri sürekli aldıkları uyuşturucu ile uyuşturulmuş ve sistemin devamı için kendine düşen görevi yerine getirmeğe devam etmektedirler.
Sevginin, aşkın, inancın, ailenin ve arkadaşlığın olmadığı bir toplum küresel dünyanın belki de en sevilmeyecek yüzüdür. Globalleşmekle bir anlamda insanların karnının doyması sağlanmaktadır, ancak kapitalizm girdiği köylerde hiç merhametli değildir. Çünkü merhamet çoktan kapitalizm tarafından yok edilmiştir. Çocukları için merhamet göstermeyen anne babalar küreselleşen dünyada Tanzanya’daki aç çocuklar için çalışmaya gitmeyi bir merhamet gösterisi olarak kendi kurbanlıklarını unutmak için kullanmaktadırlar. Oysaki kendi çocukları yanı başlarında onların sevgisini ve merhametini beklemektedirler. Ancak bu çocukların çığlıkları ne yazık ki duyulmamakta, her gün onların yalnızlığını daha da ağırlaştırmaktadır.
Karamsarlık belki de kapitalizmin bireyin ruhuna kazandırdığı bir kirli histir. Modernleşen birey, rasyonelleştikçe olaylara iyi yönlerinden bakmayı da unutmaktadır. Artık şüphecilik, kötümseme onun için tek yoldur, çünkü sevdiği ve güvendiği insanların ihanetiyle artık o gittikçe kendinden başkasına güvenmez olmuştur.
Sonuç olarak, kapitalizm kişinin bireysel ve sosyal hayatına geleneksel, modern ötesi yaşama oranla derin ve onarılması gittikçe zorlaşan zararlar vermiştir. Bu yazı eleştiri savından hareketle olanı çıplak bir şekilde yansıtma çabasındadır. Ancak aşk ve umut her zaman, kapitalizme inat, düşünen insanın yaşam kaynağı olmaya devam edecektir.
Murad ESİN - KAOS GL
Etiketler:
abd,
capital,
das kapital,
devrim,
direniş,
faşizm,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
iran,
kapitalizm,
karl marx,
murad esin,
sosyal yaşam,
sosyalist,
sosyalizm,
sosyokültürel,
sscb
10 Haziran 2010 Perşembe
DURDURUN BU BANKA REZALETİNİ
Kredi kartı sahipleri dikkat! Banka, kredi kartı borcunu ödeyip kartı da iade eden müşterisi Hakan Polat`a üç yıl sonra 1 kuruşluk borç için 504 TL`lik icra yollandı. Banka 1 kuruşluk borcunu ödemeyen Ankaralı Hakan Polat`ın evine icra gönderdi. 1 kuruşluk borcunun faiziyle 504 liraya ulaştığını öğrenen Polat, avukatı aracılığıyla karara itiraz etti. Avukat Levent Karakaş, `Türkiye`de Polat`ın durumunda çok sayıda kişi var` dedi.
Hakan Polat`ı icralık eden süreç, bir bankadan kredi kartı almasıyla başladı. Alışverişinin büyük bir bölümünü kredi kartıyla yapan Polat`ın borcu 2 bin 900 TL`ye ulaştı. Polat, borcunun hepsini 2007`de bankanın Mithatpaşa şubesine yatırdı. Kartı da iade etti.
Ancak 5 Mart 2010 tarihinde gelen bir yazı Polat`ı şok etti. Çünkü gelen belge, Ankara 32. İcra Müdürlüğü`nde gelen bir ödeme emriydi. Ödeme emrinde Polat`ın bankaya asıl alacak olarak `0.01 TL (bir kuruş)` bulunduğu ve üç yıllık faiz uygulandığı yazıyordu. Banka üç yıl boyunca bir kuruşa 480.66 TL yasal faiz uygulamış, ayrıca BSMV(Banka Sigorta Muameleleri Vergisi) olarak 24.03 TL eklemişti. Böylece bankanın Polat`tan 1 kuruş karşılığı istediği toplam para miktarı 504 TL`ye çıktı.
Yedi gün süre verildi
Yazıda Polat`a borcunu ödemesi için yedi gün süre verilerek şöyle denildi: `504.70 TL tutarındaki toplam alacağına icra gideri, vekil ücreti ve takip tarihinde itibaren asıl alacağı tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla tahsili emridir.(Fazlaya dair ve faiz oranlarındaki artıştan doğan talep hakkımız saklıdır).`
Polat`a gelen yazıda borcu konusunda itiraz hakkı bulunduğu, ancak bu itirazını yazılı veya sözlü olarak icra dairesinde yedi gün içinde bildirmediği takdirde hapis cezasının söz konusu olduğu da anlatıldı.
Polat`ın avukatı Levent Karakaş, icra takibinin durması için icra müdürlüğüne başvurdu. İtiraz nedeniyle icra takibinin durduğunu belirten Karakaş`a göre müvekkilinin durumuna düşen daha pek çok kişi var.
Bir de avukat masrafı çıktı
Karakaş, `Avukatlık masrafı dahil edildiğinde müvekkilin ödeyeceği toplam para 700 TL civarında olacak. Aslında Hakan Polat`ın başına gelenler bankacılık sektörünün geldiği durumun çok çarpıcı bir örneğidir. Zaten bankalar karşısında güçsüz durumdaki vatandaş bu uygulamalarla daha da güç durumda kalıyor. Türkiye`de Hakan Polat gibi çok sayıda insan bulunuyor` dedi.
Polat`ın borcuna eklenen BSMV, bankacılık ve sigortacılık işlemlerinden doğan ve bu işlemlerin miktarları ya da gelirleri üzerinden hesaplanan Banka Sigorta Muameleleri Vergisi isimli bir vergi türü. Tüketici kredilerine tahakkuk eden (faiz üzerinden yüzde 5) BSMV, taksitlerle birlikte resmi kurumlara ödenmek üzere krediyi kullandıran kurum tarafından müşterilerinden tahsil ediliyor.
TÜMGAZETELER - http://www.tumgazeteler.com/?a=6011527
Hakan Polat`ı icralık eden süreç, bir bankadan kredi kartı almasıyla başladı. Alışverişinin büyük bir bölümünü kredi kartıyla yapan Polat`ın borcu 2 bin 900 TL`ye ulaştı. Polat, borcunun hepsini 2007`de bankanın Mithatpaşa şubesine yatırdı. Kartı da iade etti.
Ancak 5 Mart 2010 tarihinde gelen bir yazı Polat`ı şok etti. Çünkü gelen belge, Ankara 32. İcra Müdürlüğü`nde gelen bir ödeme emriydi. Ödeme emrinde Polat`ın bankaya asıl alacak olarak `0.01 TL (bir kuruş)` bulunduğu ve üç yıllık faiz uygulandığı yazıyordu. Banka üç yıl boyunca bir kuruşa 480.66 TL yasal faiz uygulamış, ayrıca BSMV(Banka Sigorta Muameleleri Vergisi) olarak 24.03 TL eklemişti. Böylece bankanın Polat`tan 1 kuruş karşılığı istediği toplam para miktarı 504 TL`ye çıktı.
Yedi gün süre verildi
Yazıda Polat`a borcunu ödemesi için yedi gün süre verilerek şöyle denildi: `504.70 TL tutarındaki toplam alacağına icra gideri, vekil ücreti ve takip tarihinde itibaren asıl alacağı tahsilde tekerrür olmamak kaydıyla tahsili emridir.(Fazlaya dair ve faiz oranlarındaki artıştan doğan talep hakkımız saklıdır).`
Polat`a gelen yazıda borcu konusunda itiraz hakkı bulunduğu, ancak bu itirazını yazılı veya sözlü olarak icra dairesinde yedi gün içinde bildirmediği takdirde hapis cezasının söz konusu olduğu da anlatıldı.
Polat`ın avukatı Levent Karakaş, icra takibinin durması için icra müdürlüğüne başvurdu. İtiraz nedeniyle icra takibinin durduğunu belirten Karakaş`a göre müvekkilinin durumuna düşen daha pek çok kişi var.
Bir de avukat masrafı çıktı
Karakaş, `Avukatlık masrafı dahil edildiğinde müvekkilin ödeyeceği toplam para 700 TL civarında olacak. Aslında Hakan Polat`ın başına gelenler bankacılık sektörünün geldiği durumun çok çarpıcı bir örneğidir. Zaten bankalar karşısında güçsüz durumdaki vatandaş bu uygulamalarla daha da güç durumda kalıyor. Türkiye`de Hakan Polat gibi çok sayıda insan bulunuyor` dedi.
Polat`ın borcuna eklenen BSMV, bankacılık ve sigortacılık işlemlerinden doğan ve bu işlemlerin miktarları ya da gelirleri üzerinden hesaplanan Banka Sigorta Muameleleri Vergisi isimli bir vergi türü. Tüketici kredilerine tahakkuk eden (faiz üzerinden yüzde 5) BSMV, taksitlerle birlikte resmi kurumlara ödenmek üzere krediyi kullandıran kurum tarafından müşterilerinden tahsil ediliyor.
TÜMGAZETELER - http://www.tumgazeteler.com/?a=6011527
Etiketler:
banka,
bankacılık,
fakir,
finansbank,
garanti bankası,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
hsbc,
imar bankası,
kredi borcu,
kredi kartı borcu,
mudi,
tümgazeteler,
yapı kredi
5 Haziran 2010 Cumartesi
Derin olmayan bir analiz: Gülen ne yapmak istiyor
GELİN Fethullah Gülen’in siyasal çizgisindeki önemli duraklara bir bakalım:
* Türban eylemlerine karşı çıktı.
* Türbanlı kızlara “Otoriteyle çekişmektense açın başınızı girin” dedi.
* Milli Görüş hareketine karşı mesafe koydu.
* Demirel’le iyi ilişkiler kurdu.
* Refah Partisi’nden farklı olduğunu göstermek amacıyla “diyalog” adı altında toplantılar düzenleyip çeşitli kesimlere açıldı.
* 28 Şubat’ta Erbakan’ı eleştirdi, askere destek verdi.
* 28 Şubat’a karşı en küçük bir direniş göstermedi.
* Ecevit’le yakınlaştı.
* * *
Bütün bunlardan “Fethullah Gülen’i nasıl bilirsiniz?” sorusuna şu türden yanıtlar çıkar:
* Macerayı hiç sevmez, gözü kara değildir.
* Denge adamıdır ve aşırı ihtiyatlıdır.
* Türkiye’nin dünya sistemi içindeki yerini önemser.
* Temkin onun şiarıdır, kelimenin tam anlamıyla ılımlıdır.
* Radikalizme karşı mesafelidir.
* Savrulmaz, intizamsızlığa asla prim vermez.
* Kontrollüdür, cemaat içinde hiyerarşiye uyum ister.
* * *
Bu özelliklere bakarsak...
Fethullah Gülen’in “Gazze gemileri”ni eleştirmesi karşısında şaşırmamamız, hayret etmememiz gerekir.
Ama şaşırıyoruz, ama hayret ediyoruz.
Neden mi?
Şundan dolayı: Fethullah Gülen epey bir zamandır, hareketini AK Parti içinde eritmişti. Darbe planlarına karşı hayli enerjik, askerin etkinliğinin kırılması için de epey agresif bir çizgi izliyordu.
Yani bu konuda AK Parti ile yüzde yüz uyum içindeydi.
* * *
Ama ne zaman ki “İsrail /ABD / Gazze gemileri” konusu gündeme geldi, işin rengi birden değişti.
Gülen, AK Parti ile ayrışma ihtiyacı hissetti.
Bunun üç temel nedeni var:
* BİR: Askeri geriletmenin dünya sistemi açısından bir sorun teşkil etmediğini bilen Fethullah Gülen, “gemi olayı”nın dünya sistemi tarafından “çok aşırı bir hareket” olarak algılandığını gördü. Ve sistemden kopmak istemedi.
* İKİ: AK Parti’nin dünya sistemiyle uyumsuzluk sürecine girdiğini gördü ve bu nedenle AK Parti’den ayrışmak istedi.
* ÜÇ: AK Parti’nin hafiften gerileme sürecine girdiğini, CHP’nin hafiften yükselişe geçtiğini, ufukta da bir CHP-MHP koalisyonunun göründüğünü fark etti.
Ahmet HAKAN - HÜRRİYET GAZETESİ
* Türban eylemlerine karşı çıktı.
* Türbanlı kızlara “Otoriteyle çekişmektense açın başınızı girin” dedi.
* Milli Görüş hareketine karşı mesafe koydu.
* Demirel’le iyi ilişkiler kurdu.
* Refah Partisi’nden farklı olduğunu göstermek amacıyla “diyalog” adı altında toplantılar düzenleyip çeşitli kesimlere açıldı.
* 28 Şubat’ta Erbakan’ı eleştirdi, askere destek verdi.
* 28 Şubat’a karşı en küçük bir direniş göstermedi.
* Ecevit’le yakınlaştı.
* * *
Bütün bunlardan “Fethullah Gülen’i nasıl bilirsiniz?” sorusuna şu türden yanıtlar çıkar:
* Macerayı hiç sevmez, gözü kara değildir.
* Denge adamıdır ve aşırı ihtiyatlıdır.
* Türkiye’nin dünya sistemi içindeki yerini önemser.
* Temkin onun şiarıdır, kelimenin tam anlamıyla ılımlıdır.
* Radikalizme karşı mesafelidir.
* Savrulmaz, intizamsızlığa asla prim vermez.
* Kontrollüdür, cemaat içinde hiyerarşiye uyum ister.
* * *
Bu özelliklere bakarsak...
Fethullah Gülen’in “Gazze gemileri”ni eleştirmesi karşısında şaşırmamamız, hayret etmememiz gerekir.
Ama şaşırıyoruz, ama hayret ediyoruz.
Neden mi?
Şundan dolayı: Fethullah Gülen epey bir zamandır, hareketini AK Parti içinde eritmişti. Darbe planlarına karşı hayli enerjik, askerin etkinliğinin kırılması için de epey agresif bir çizgi izliyordu.
Yani bu konuda AK Parti ile yüzde yüz uyum içindeydi.
* * *
Ama ne zaman ki “İsrail /ABD / Gazze gemileri” konusu gündeme geldi, işin rengi birden değişti.
Gülen, AK Parti ile ayrışma ihtiyacı hissetti.
Bunun üç temel nedeni var:
* BİR: Askeri geriletmenin dünya sistemi açısından bir sorun teşkil etmediğini bilen Fethullah Gülen, “gemi olayı”nın dünya sistemi tarafından “çok aşırı bir hareket” olarak algılandığını gördü. Ve sistemden kopmak istemedi.
* İKİ: AK Parti’nin dünya sistemiyle uyumsuzluk sürecine girdiğini gördü ve bu nedenle AK Parti’den ayrışmak istedi.
* ÜÇ: AK Parti’nin hafiften gerileme sürecine girdiğini, CHP’nin hafiften yükselişe geçtiğini, ufukta da bir CHP-MHP koalisyonunun göründüğünü fark etti.
Ahmet HAKAN - HÜRRİYET GAZETESİ
Etiketler:
abd,
ak parti,
akp,
bülent ecevit,
chp,
fetullah gülen,
gazze,
gülen cemaati,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
israil,
mavi marmara,
milli görüş,
saadet partisi,
tdp,
türban
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Lösemili çocuklar için...
29 Mayıs Cumartesi günü Kuğulu Parkta saat 13.00 – 17.00 arası gerçekleştireceğimiz 9. Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası Şenliği için geri sayım başladı!
LÖSEV önderliğinde, gerçekleştirilecek olan 9. Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası’nı 29 Mayıs Cumartesi Günü Kuğulu Park’ta büyük bir coşkuyla kutlayacağız.
Yunus Günçe’nin renkli sunumuyla gerçekleşecek olan etkinliğimizde Ankara’nın tanınmış müzik gruplarından Parfüm’ün canlı performansı, üniversite topluluklarının ve kardeş okullarımızın gösterileri ve birbirinden renkli stantlarımız sizleri bekliyor.
Gelin hep birlikte Lösemiye karşı tek yürek olalım çocuklarımız için düzenleyeceğimiz bu etkinlikte onların sevinçlerinin bir parçası olalım.
LÖSEV
LÖSEV önderliğinde, gerçekleştirilecek olan 9. Uluslararası Lösemili Çocuklar Haftası’nı 29 Mayıs Cumartesi Günü Kuğulu Park’ta büyük bir coşkuyla kutlayacağız.
Yunus Günçe’nin renkli sunumuyla gerçekleşecek olan etkinliğimizde Ankara’nın tanınmış müzik gruplarından Parfüm’ün canlı performansı, üniversite topluluklarının ve kardeş okullarımızın gösterileri ve birbirinden renkli stantlarımız sizleri bekliyor.
Gelin hep birlikte Lösemiye karşı tek yürek olalım çocuklarımız için düzenleyeceğimiz bu etkinlikte onların sevinçlerinin bir parçası olalım.
LÖSEV
Etiketler:
akciğer kanseri,
genç bedenler,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
kan kanseri,
kanser,
kanserle savaş,
lösemi,
lösemili çocuklar,
lösev,
mide kanseri,
şifa
24 Mayıs 2010 Pazartesi
Bir maden işçisinin anasına mektubu
Merhaba Validem,
Gerçi sen kızarsın validem deyince, "Aaa neymiş eski köye yeni adet mi geldi oğlum? Öyle valide, peder sevmiyorum bunları. Ana baba evladım, söyletme bin sefer." dersin hep.
Tamam anam diye yazıcam mektubu, aklıma geldi ya güldüm valla anam.
Şimdi deme sakın, "Bu deli oğlan bana niye mektup yazıp mahalledeki küçük Hasan'la yollamış?" diye. "Şunun şurası mesafemiz anca bir ya da bir buçuk saat. Bu oğlan sanki gelmeyecek bu gece eve, sabaha karşı olsa bile..." Haklısın ana bir terslik olmazsa ben zaten mektup daha sana gelmeden vararım eve... Niye yazıyorum şu mektubu, valla ben de bilemedim anam. İçim mi birikti ne... Şu öğle yemeği arasında karanlık madenin dibinden çıkıp güneş gözlerimi bir kamaştırınca, bugün fazladan da mola kapınca... Bizim Dursun'u gördüm. Elinde elma, kurulmuş hazan ağacının altına, kalemi almış yazıyor belli ki nişanlısı Aslı'ya. Komik adam bu... Ana bir sırıtıyordu görmen lazımdı. Aşık işte, aşık...
Ben de dedim kapayım kalemi kağıdı, biraz dökeyim içimi anama. Malum az görebiliyoruz birbirimizi, sen kalkarken ben yatıyorum genellikle. Tamam tamam, sesini duyar gibiyim şimdiden. Eh ben de istemem mi annem, bir yuva kurayım helal süt emmiş genç ve güzel bir hatunla. Kısmet... İnşallah darısı başıma. Ama ne olur peşinen kabul et, mahalledeki Şükran asla olmaz. Ne olur ısrar edip durma... Tamam bir şey dediğim yok, düzgün kız Allah için ama hani yeni moda bir laf var ya, "Elektrik alamadım" diyor herkes. İşte benimki de aynen ondan anam... Haa bak sana ne diyecektim; hazır yazarken sana maden dedikodusu da vereyim. Başımızdaki Ahmet bey biz ona "Meyd in Ahmet" deriz (İngilizce bir sözmüş anam, buraya ait demek gibi); dede oluyormuş, kafasındaki kaskı eline alıp "Lay lay laaay..." diyip dans etti tüm gün koca adam. En komiği de bugün kömürle koluna "C" harfi yapmış. Neymiş, torunun adı Ceyda olacakmış. Benim bildiğim bu yedinci torunu hem de. Ama hala ilk sefer gibi heyecan yapıyor valla.
Haa unutmadan yazayım, dün bizim maden gurubu arkadaşlarla bir karar aldık. Bu sefer "Meyd in Ahmet"e toplanıp altın almayacağız, bir tulum alacağız. Üzerine de torunlarının resimlerini bastıracağız. Öyle baskı yapan bir yer varmış Zonguldak'a bir saat uzaklığında...
Ya bak şimdi önümden bizim Mahmut geçti. Ana bu çocuk toparlanamayacak galiba. Neredeyse bir sene olacak eşi öleli, ama hiç ilerleme kaydedemedi, ruh gibi geliyor gidiyor madene. Bak aklıma ne geldi, bayılırdı senin sarmana. Bu Pazar yapsan da ben de davet etsem bize. Sana hep "Necla Ana" der... Belki iki kelime edersin sen, bakarsın bir faydası olur ana...
Bak sana söylemeyi de unuttum, ah benim aptal kafam. Hüsamettin dayı aradı dün, kendine cep telefonu almış. Valla şaka değil. Yaş 80 ama bizim dayı kendini hala 30 sanıyor. Gözü bile zor görüyor, alem adam. "Eee nasıl becerdin benim numarayı çevirmeyi?" dedim, bir de zılgıt yedim; "Vay deyus, sen adam oldun da beni mi aşağı alıyorsun?" diye.
Ya anam hazır yazmışken şu konuya da gireyim dedim. Bilirim ki benim için dertlenir, "Oğlum maden sakattır" der durursun. Sabahlara dek yolumu beklersin, için hep korkuyla doludur senin. Ama anam şu kömür kokusunu bir kere içine çekince, şakaklarına beyazlar düşmüş, elleri nasır tutmuş kazmacı Ali amcayı bile hala çalışıp çabalarken görünce korku morku kalmıyor bende. Ben mutluyum, sen sakın merak etme. Hem sen demez misin hep "kader" diye. Eee kaderimiz burada ölmekse, yok ki çare... Onun için o suratın hiç ekşimesin artık e mi?
Oooo mola derken kaptırıverdim gitti. Hava da kararmaya başladı bile, iş başına dönme zamanı... Seni seviyorum validem. Yok yok annem der, mektubumu burada sonlandırırım. Sabaha bana sakın bir şey hazırlama, dünden kalan tarhanayı ısıtır içerim ben.
................................................
Bu Hasan'ın anasına yazdığı son mektup oldu. Dursun'un Aslı'sına yazdığı da son mektuptu. Meyd in Ahmet son torununu göremedi. Mahmut belki de biricik karısının yanında şimdi. Kazmacı Ali amca da yok artık. Ve daha niceleri... ŞEHİT DÜŞEN TÜM MADENCİLERİN MEKANI CENNET OLSUN...
Ayşe ARAL - HÜRRİYET GAZETESİ
Gerçi sen kızarsın validem deyince, "Aaa neymiş eski köye yeni adet mi geldi oğlum? Öyle valide, peder sevmiyorum bunları. Ana baba evladım, söyletme bin sefer." dersin hep.
Tamam anam diye yazıcam mektubu, aklıma geldi ya güldüm valla anam.
Şimdi deme sakın, "Bu deli oğlan bana niye mektup yazıp mahalledeki küçük Hasan'la yollamış?" diye. "Şunun şurası mesafemiz anca bir ya da bir buçuk saat. Bu oğlan sanki gelmeyecek bu gece eve, sabaha karşı olsa bile..." Haklısın ana bir terslik olmazsa ben zaten mektup daha sana gelmeden vararım eve... Niye yazıyorum şu mektubu, valla ben de bilemedim anam. İçim mi birikti ne... Şu öğle yemeği arasında karanlık madenin dibinden çıkıp güneş gözlerimi bir kamaştırınca, bugün fazladan da mola kapınca... Bizim Dursun'u gördüm. Elinde elma, kurulmuş hazan ağacının altına, kalemi almış yazıyor belli ki nişanlısı Aslı'ya. Komik adam bu... Ana bir sırıtıyordu görmen lazımdı. Aşık işte, aşık...
Ben de dedim kapayım kalemi kağıdı, biraz dökeyim içimi anama. Malum az görebiliyoruz birbirimizi, sen kalkarken ben yatıyorum genellikle. Tamam tamam, sesini duyar gibiyim şimdiden. Eh ben de istemem mi annem, bir yuva kurayım helal süt emmiş genç ve güzel bir hatunla. Kısmet... İnşallah darısı başıma. Ama ne olur peşinen kabul et, mahalledeki Şükran asla olmaz. Ne olur ısrar edip durma... Tamam bir şey dediğim yok, düzgün kız Allah için ama hani yeni moda bir laf var ya, "Elektrik alamadım" diyor herkes. İşte benimki de aynen ondan anam... Haa bak sana ne diyecektim; hazır yazarken sana maden dedikodusu da vereyim. Başımızdaki Ahmet bey biz ona "Meyd in Ahmet" deriz (İngilizce bir sözmüş anam, buraya ait demek gibi); dede oluyormuş, kafasındaki kaskı eline alıp "Lay lay laaay..." diyip dans etti tüm gün koca adam. En komiği de bugün kömürle koluna "C" harfi yapmış. Neymiş, torunun adı Ceyda olacakmış. Benim bildiğim bu yedinci torunu hem de. Ama hala ilk sefer gibi heyecan yapıyor valla.
Haa unutmadan yazayım, dün bizim maden gurubu arkadaşlarla bir karar aldık. Bu sefer "Meyd in Ahmet"e toplanıp altın almayacağız, bir tulum alacağız. Üzerine de torunlarının resimlerini bastıracağız. Öyle baskı yapan bir yer varmış Zonguldak'a bir saat uzaklığında...
Ya bak şimdi önümden bizim Mahmut geçti. Ana bu çocuk toparlanamayacak galiba. Neredeyse bir sene olacak eşi öleli, ama hiç ilerleme kaydedemedi, ruh gibi geliyor gidiyor madene. Bak aklıma ne geldi, bayılırdı senin sarmana. Bu Pazar yapsan da ben de davet etsem bize. Sana hep "Necla Ana" der... Belki iki kelime edersin sen, bakarsın bir faydası olur ana...
Bak sana söylemeyi de unuttum, ah benim aptal kafam. Hüsamettin dayı aradı dün, kendine cep telefonu almış. Valla şaka değil. Yaş 80 ama bizim dayı kendini hala 30 sanıyor. Gözü bile zor görüyor, alem adam. "Eee nasıl becerdin benim numarayı çevirmeyi?" dedim, bir de zılgıt yedim; "Vay deyus, sen adam oldun da beni mi aşağı alıyorsun?" diye.
Ya anam hazır yazmışken şu konuya da gireyim dedim. Bilirim ki benim için dertlenir, "Oğlum maden sakattır" der durursun. Sabahlara dek yolumu beklersin, için hep korkuyla doludur senin. Ama anam şu kömür kokusunu bir kere içine çekince, şakaklarına beyazlar düşmüş, elleri nasır tutmuş kazmacı Ali amcayı bile hala çalışıp çabalarken görünce korku morku kalmıyor bende. Ben mutluyum, sen sakın merak etme. Hem sen demez misin hep "kader" diye. Eee kaderimiz burada ölmekse, yok ki çare... Onun için o suratın hiç ekşimesin artık e mi?
Oooo mola derken kaptırıverdim gitti. Hava da kararmaya başladı bile, iş başına dönme zamanı... Seni seviyorum validem. Yok yok annem der, mektubumu burada sonlandırırım. Sabaha bana sakın bir şey hazırlama, dünden kalan tarhanayı ısıtır içerim ben.
................................................
Bu Hasan'ın anasına yazdığı son mektup oldu. Dursun'un Aslı'sına yazdığı da son mektuptu. Meyd in Ahmet son torununu göremedi. Mahmut belki de biricik karısının yanında şimdi. Kazmacı Ali amca da yok artık. Ve daha niceleri... ŞEHİT DÜŞEN TÜM MADENCİLERİN MEKANI CENNET OLSUN...
Ayşe ARAL - HÜRRİYET GAZETESİ
Halkçı Kemal yoksa Etro Kemal mi?
Kemal Kılıçdaroğlu 350TL’lik Etro marka gömlek giyiyor
CHP'nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun marka gömleği dillere düştü.
Dün Atatürk Kapalı Spor Salonu'nda gerçekleştirilen 33. Olağan Kurultayı'nda delegelerin oylarının büyük çoğunluğunu alarak Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu'nun 350TL'lik Etro marka gömlek giydiği ortaya çıktı.
CHP'nin yeni Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun marka gömleği dillere düştü.
Dün Atatürk Kapalı Spor Salonu'nda gerçekleştirilen 33. Olağan Kurultayı'nda delegelerin oylarının büyük çoğunluğunu alarak Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu'nun 350TL'lik Etro marka gömlek giydiği ortaya çıktı.
''Halkçı Kemal Etro marka gömlek giyiyor''
Fakir fukara edebiyatı yapmakla suçlanan Kemal Kılıçdaroğlu'nun 350 TL'lik gömlek giymesi, ''Halkçı Kemal Etro marka gömlek giyiyor'' söylemlerini de beraberinde getirdi.
Twitter kullanıcıları tepki gösterdi
Twitter kullanıcıları tepki gösterdi
Böylesine önemli bir detayı yakalayan gazeteci Mehmet Ali Ilıcak oldu. Ilıcak'ın gözlerden kaçan bu detayı Twitter'da açıklaması çoğunluğu Kılıçdaroğlu yanlısı olan Twitter kullanıcılarının tepkisine yol açtı.
İşte Twitter'de dönen o muhabbet
AHMET HAKAN: Malicim, o gömleğin sezon sonu fiyatı 50 lira... ayrıca garip gureba diyen adamın saatinin ederini düşünseydin keşke...
ILICAK: Fakir fukara edebiyati yapiyorsan samimi olacaksin.Populist laflara siginma.
Etro gomlek bir sembol. Sezon fiati 350TL halkci kemalin. Demek iyiye ozlem var.
Umutlandim.
İktidar olursa havuzlu ev gelir.
AHMET HAKAN: İster misiniz bizim kemal sosyalizme geçip, mali'nin Beykoz konaklari'ndaki havuzlu villasına el koysun?
ILICAK: Halkci Kemal Ecevit'ten o Lakabı alabilmesi icin 350TL Etro gomlek giymeyecek.Sozde degil özde Halkci olacak.
Yoksa Gandi gelir Dandi gider!
İLKHABER
20 Mayıs 2010 Perşembe
ABD katlettiği kızılderililerden ’resmen’ özür diledi
ABD, maruz bırakıldıkları kötü muameleler ve şiddet eylemleri yüzünden yerli kabilelerden resmen özür diledi.
Başkent Washington'daki Kongre Mezarlığı'nda düzenlenen ve beş yerli kabile temsilcisinin de hazır bulunduğu törende, Cumhuriyetçi Senatör Sam Brownback yerlilerden özür dilemek için çıkarılan yasayı okudu.
Özür dilemek zordur ama...
Başkent Washington'daki Kongre Mezarlığı'nda düzenlenen ve beş yerli kabile temsilcisinin de hazır bulunduğu törende, Cumhuriyetçi Senatör Sam Brownback yerlilerden özür dilemek için çıkarılan yasayı okudu.
Özür dilemek zordur ama...
Cherokee, Choctaw, Muscogee (Creek), Pawnee ve Sisseton Wahpeton Oyate kabilelerinin temsilcilerinin katıldığı törende Cherokee Şefi Chad Smith, böyle bir özür dilenmesini talep etmediklerini ancak özrün kabul edildiğini söyledi. Smith, ''Özür dilemek zordur ama bazen de özrü kabul etmek zordur'' diye konuştu.
Creek kabilesinin ikinci Şefi Alfred Berryhill ise özrün ''tarihi bir adım'' olduğunu söyledi. Törenin yapıldığı mezarlıkta 12 yerli kabileden toplam 36 kişi yatıyor.
Creek kabilesinin ikinci Şefi Alfred Berryhill ise özrün ''tarihi bir adım'' olduğunu söyledi. Törenin yapıldığı mezarlıkta 12 yerli kabileden toplam 36 kişi yatıyor.
İmzaladı
Brownback'in, çıkarılması için 2004 yılından beri çaba gösterdiği yasa tasarısı, geçen yıl hem Senatodan hem de Temsilciler Meclisinden geçmiş ve ABD Başkanı Barack Obama tarafından aralık ayında imzalanmıştı.
Sabah GAZETESİ
Etiketler:
abd,
amerika,
çin,
george bush,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
kabile,
kızılderili,
obama,
özürlü,
rusya,
sabah gazetesi,
sam brownback,
senato,
usa,
washington
2 Mayıs 2010 Pazar
Öğretmenler, yeni nesil sizlerin eseri mi?
Yıl 1990. alışkanlığıydı, derste masasında oturmaz, öğrencilerin arasında dolaşırdı. Yine bir gün ders anlatırken, bir kız öğrencinin diğerine bir kâğıt verdiğini görünce, yanlarına gidip kâğıda el koydu ve derse devam etti. Teneffüste notu okuyunca, beyninde şimşekler çaktı. "Bu bir elveda." Bir sonraki dersin öğretmeninden izin isteyip, notu yazan öğrenciyi çağırdı. Uzun bir sohbetten sonra öğrencisi, amcasının kendisine tecavüz ettiğini anlattı, ağlayarak. Tüm ailesi bir avlu etrafında amcalar, yengelerle yaşıyordu. Kaçış yoktu, intihar etmeyi düşünüyordu. Kızı sakinleştirdikten sonra öğrencisinin izniyle anneyle konuştu. Ardından aynı özenle babayla da konuşarak, olayın büyük bir faciaya dönüşmesini önledi. 40 yılını mesleğe adayan emekli öğretmen Süheyla Erol yıllar önce öğrencisiyle paylaştığı sıkıntılı günleri hâlâ unutamıyor. "Ne büyük mücadele verdim anlatamam. Sonunda çekirdek aile çocuklarını sarmalayıp ayrı evde yaşamaya başladı. Çocuk da liseyi bitirdi" diyor.
Yıl 2010. Ülke Siirt'teki dört ilkokul öğrencisinin yaklaşık 100 kişinin tecavüzüne uğradığı iddiasını duyuran haberle sarsıldı. Mağdur kız çocuklarının verdiği isimler arasındaki okul müdür yardımcısı kayıp. Bir müdür ve bir öğretmenin de karıştığı dava hâlâ soruşturma sürecinde.
Yıl 2010. Ülke Siirt'teki dört ilkokul öğrencisinin yaklaşık 100 kişinin tecavüzüne uğradığı iddiasını duyuran haberle sarsıldı. Mağdur kız çocuklarının verdiği isimler arasındaki okul müdür yardımcısı kayıp. Bir müdür ve bir öğretmenin de karıştığı dava hâlâ soruşturma sürecinde.
Aslı ORTAKMAÇ - NEWSWEEK TÜRKİYE
Etiketler:
aslı ortakmaç,
batman,
ensest,
gençliğe hitabe,
halkçı,
halkçı görüş,
halkıngençliği,
intihar,
meb,
milli eğitim,
mustafa kemal,
newsweek türkiye,
öğretmen,
reuters,
siirt,
tecavüz
1 Mayıs 2010 Cumartesi
Burası Türkiye Çernişevski'de yasaklanır
Soruşturma konusu bulmakta insan aklının sınırlarını zorlayan üniversite yönetimleri, ünlü Rus yazar Çernişevksi'yi de unutmadı. Polis baskınında bir öğrenci evinde çıkan 'Nasıl Yapmalı', disiplin soruşturmasına gerekçe oldu. Bu şerefe erişen ise, Muğla üniversitesi yönetimi.
Muğla Üniversitesi Rektörlüğü ilginç bir soruşturmaya imza attı. Rektörlük, polis baskınında evinde ünlü Rus yazar Çernişevski'nin Nasıl Yapmalı kitabı bulunan öğrenci hakkında disiplin soruşturması başlattı.
SORUŞTURMA BAŞLATILDI
Ocak ayında Muğla Üniversitesi öğrencilerinden Nuri Nur'un evine polisler tarafından baskın yapıldı. Evdeki kitap, cd ve taşınabilir belleklere polisler tarafından el konuldu. Polis Nuri Nur'u serbest bıraktıktan sonra bu kez Sabahattin Yaprak adlı öğrenciyi Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi önünde gözaltına aldı.
Polisin öğrencilere yönelik gözaltı terörüne karşı tepki göstermesi beklenen üniversite yönetimi ise gözaltına alınıp evleri basılan öğrenciler hakkında soruşturma başlattı. Rektörlük, Muğla Sağlık Meslek Yüksek Okulu öğrencilerinden Metin Karataş ve Barış Üçtepeler, Muğla Eğitim Fakültesi'nden Soner Baybo ve Kadir Keklik ile Fen Edebiyat Fakültesi öğrencilerinden Sabahattin Yaprak'a evde yasaklı yayın ve kitap bulundurdukları iddiasıyla disiplin soruşturması başlattı.
Polis baskınında bir öğrencinin evinde çıkan ünlü Rus Yazar Nikolay Çernişevski 'Nasıl Yapmalı', disiplin soruşturmasına gerekçe oldu. Öğrenciler ise Çernişevski'nin 'Nasıl Yapmalı?' adlı romanını Muğla Üniversitesi Kütüphanesi'nden alıp evlerine götürdüklerini anlattı. Öğrenciler, 'Kendi kütüphanenizdeki bütün kitapları toplatın ve orada çalışan bütün görevlilere de öğrencilere yaptığınız gibi soruşturma açın'' diyerek, soruşturmaya tepki gösterdiler.
ÇERNİŞEVSKİ KİMDİR?
Lenin'in 'militan bir demokrat' olarak tanımladığı Rus edebiyatının en önde gelen yazarları arasında bulunan ve Narodniklerin önderlerinden Nikolay Gavriloviç Çernişevski 17 Ekim 1889'da hayatını kaybetti.
Çarlık Rusya'sı ile Sosyalist Sovyetler arasındaki geçiş dönemini ve insan tipini ortaya koyması ve bir çığır açması bakımından dönemin politik dehalarının bile eleştirisini ve dikkatini çekti.
ANF
Kemal Sunal'a 1 Mayıs sansürü
Kemal Sunal'ın 1 Mayıs gösterilerine katıldığı Köşeyi Dönen Adam filmi neden ve nasıl sansürlendi.
Senaryosunu Müjdat Gezen'in "Eşeğin Karnındaki Elmas" adlı kitabına dayanarak Umur Bugay'ın yazdığı ve Atıf Yılmaz'ın yönettiği "Köşeyi Dönen Adam" filminin final bölümü televizyon kanalları tarafından sık sık yayınlanıyor. Ama sansürlü olarak. Filmin sansürlenen bölümlerinde, Kemal Sunal, 1 Mayıs yürüyüşüne katılıyor ve Cem Karaca'nın seslendirdiği "1 Mayıs Marşı" eşliğinde kitleyle birlikte "İşçi sınıfı partisine özgürlük" sloganını atıyor. Bu arada, duvarlardan, pankartlardan ve afişlerden, "Devrim için savaşmayana sosyalist denmez", "Bütün ülkelerin işçileri birleşin", "İşçi sınıfı partisine özgürlük" ve "Faşizme geçit yok" sloganları okunabiliyor.
Filmin sansürlenen bir başka bölümü, duvara "1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı" yazılmasıyla başlıyor. Yine "1 Mayıs Marşı" eşliğinde duvar yazıları, grev gözcüleri, pankartlar...
Filmin sansürlenen bir başka bölümü, duvara "1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı" yazılmasıyla başlıyor. Yine "1 Mayıs Marşı" eşliğinde duvar yazıları, grev gözcüleri, pankartlar...
FİLMİN TAMANINI BURADAN İZLEYEBİLİRSİNİZ
Köşeyi Dönen Adam'ın sansürsüz hali (en azından şimdilik) video.google.com gibi internet sitelerinde bulunuyor. 22. dakika 15. saniyeden itibaren şuradan izleyebilirsiniz:
GAZETEOKU
29 Nisan 2010 Perşembe
'Amele Bayramı'ndan kanlı ve gazlı 1 Mayıs'lara
Emek hareketinde 8 saatlik iş talebiyle başlayan mücadelesi 120. yılında devam ediyor. 1850'lerde başlayan emek mücadelesi Türkiye'de 1920'lerden bu yana devam ediyor. 1977'de onlarca emekçinin Taksim Meydanı'nda katledilmesi ile yeni bir boyut kazanan 1 Mayıs bu yıl 32 yıl aradan sonra yeniden Taksim'de kutlanacak. 1977 kanlı 1 Mayıs'ını anlatan tanıklar, 'Bir yerden ateş ediliyor, diğer yerden ses bombası atılıyor, diğer taraftan su sıkılıyor. Ve bunu yapanlar güvenlik kuvvetleri. Polis alanı kapattı ölümler arttı' dedi.
Avustralya'nın Melbourne kentindeki taş ve inşaat işçileri, 1856'da 8 saatlik işgünü talebiyle bir günlük iş bırakma kararı aldı. İşçiler 21 Nisan günü Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüyüş düzenledi ve her yıl tekrarlanmasına karar verildi. 1881'de yarım milyon işçiyi temsilen kurulan Örgütlü Meslek ve Emek Birlikleri Federasyonu, 8 saatlik iş günü mücadelesini ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla mücadeleyi yükseltmeye başladı. Avustralyalı işçileri izleyen Amerikalılar oldu. Chicago'da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyeleri, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ı grev ve 8 saat uygulamasını fiili olarak hayata geçirme günü olarak belirledi. 1 Mayıs 1886'daki greve yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentucky) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. Grev ve gösteriler 1 Mayıs'tan sonra da sürdü. İşçilerin çoğu 3 Mayıs'ta sokaklara çıktı. Chicago'da Mc Cormick'e ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler de miting yaptı.
120 yıldır işçilerin kesintisiz bayramı
40 bin işçinin katıldığı miting sona ermek üzereyken Mc Cormick fabrika düdüğünü çalarak, içerdeki grev kırıcıları dışarı çıkarttı. Grev kırıcıları protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. İşçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine neden oldu. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs'ta Hay Market Alanı'nda miting düzenlendi. Tam miting dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Hemen polisin önünde patlayan bomba nedeniyle 7 polis öldü, 69'u ise yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı, işçi liderleri Albert Persons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies idam edildi. İşçi önderlerinin cenaze törenine 100 binlerce kişi katıldı. Uluslararası İşçiler Kongresi (II. Enternasyonal) 1889'da Paris'te 400 delegenin katılımıyla toplandı. Kongrede sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ın, 'Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü' olarak kutlanması kabul edildi.
'Amele bayramı Türkiye'de ilk defa İzmir'de kutlandı'
Türkiye'de 1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde 1905 yılında İzmir'de kutlandı. 1920'de ise işgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. 1 Mayıs' 1921'de ise İstanbul'da hemen hemen bütün işçiler, özellikle Şirket-i Hayriye, Seyrü Sefain, Haliç İdaresi ve Tramvay Şirketi çalışanları kutlamalara katıldı. Binlerce işçi Saraçhane'de toplanarak, Hürriyet Tepesi'ne kadar yürüdü. 1923 1 Mayıs'ında çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler, 'yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs'ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı' talepleriyle greve çıktı. 1924 kutlamaları Türkiye Amele Birliği tarafından örgütlendi. Gösteriler engellenmek istendi ve tutuklamalar başladı. Türkiye tarihinde yasaklı 1 Mayıslar başlamış oldu. 1925'te çıkartılan Takriri Sükun Yasası ile birlikte 1976!ya kadar 1Mayıs kutlamalarına izin verilmedi. 1 Mayıs'ı kutlayanlar 'vatan hainliği' suçlanması ile yargılanır oldu.
İlk kitlesel 1 Mayıs 1976 kanlı, kanlı 1 Mayıs 1977
DİSK'in öncülüğünde 1976 1 Mayısı'nda emekçiler Taksim Meydanı'nı doldurdu. Türkiye'nin en kitlesel 1 Mayıs'ında Saraçhane'den, Beşiktaş'tan, Kabataş ve Şişli'den yürüyen 400 bin emekçi Taksim Meydanı'nı doldurmuştu. Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününün 50 yıllık aradan sonra Türkiye'de kutlanmış oldu. 1977 1 Mayıs'ı 1976'dan sonra daha kitlesel bir kutlamaya hazırlanıyordu. Taksim meydanı'nda yapılacak olan kutlama öncesinde bazı gazeteler ''Sol 1 Mayıs'ta halkı galeyana getirmek istiyor'', ''DİSK ve Maocu gruplar arasında çatışma bekleniyor!'', ''Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama, kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu'' manşetleri atmaya başladı.
Tanıkları 1 Mayıs 1977'yi anlattı
DİSK Maden İş Sendikası üyesi ve Netaş fabrikasında teknisyen olarak çalışan ve 1977 1 Mayıs'ında protokol korteji görevlisi olan Nazım Alpman, kanlı 1 Mayıs'ı şöyle anlattı: 'Sabah saat 10.00'dan itibaren misafirler gelmeye başladı protokole. Saat 12.00'a doğru biz yürüyüşe başladık. Bir düğün ,bayram heyecanı içindeydik. Alana girmeye başlamıştı insanlar. Alanda bulunanlar gelen kortejleri alkışlıyordu. Kemal Türkler sendikalara üretim araçlarınızla gelin demişti. Bir fabrika büyük kamyonun üzerine torna tezgâhı yerleştirmiş, aküden elektrik alarak onu çalıştırarak geliyordu. Tekstil işçiler dokuma tezgâhı getirmişlerdi. Folklor oyunları vardı. O zaman kadar yapılan mitinglerden farklılık vardır. Alana gelenler hiç bitmiyordu. Alana bazı grupların alınmayacağı söyleniyordu, ama Kemal Türkler herkesin alana girmesini bekledi. Hükümet komiserinden bir saat daha izin alındı. Kemal Türkler 18.00 gibi konuşmasına başladı. Kurtuluş grubu 40 bin kişiydi alana girmeye devam ediyordu ve Kemal Türkler konuşmaya başlamıştı.
'Polis iki yandan kitleye panzer sürdü'
Sular İdaresinin üstünden gelen bir el silah sesinin her şeyi başlatan ses olduğunu söyleyen Alpman, saldırı anına dair şunları söyledi: 'Oradan yaylım ateşi başladı. İnsanlar Kürsüye ve alan doğru kaçmaya başladı. O zaman Sarıyer otobüs durakları vardı. İnsanlar onun arkasında yere yatmaya başladı. Komut verilerek ateş ediliyordu sanki. İnsanlar yere yatmışken The Marmara ile AKM'nin kesiştiği yerde bir tane panzer vardı. O panzer kalabalığın üzerine su sıkarak alan girdi. Sıraselviler'de de bir panzer ses bombası atarak alana girdi. Bir yerden ateş ediliyor, diğer yerden ses bombası atılıyor, diğer taraftan su sıkılıyor. Ve bunu yapanlar güvenlik kuvvetleri. İnsanlar ne yapacak. Kaçmaya başladı. Ahmet İsfan Belediye Başkanıydı. AKM'nin önünde toplum polisi vardı. Sıraya dizilmişti. Bazıları da Orhan Taylan'ın 1 Mayıs posteri vardı AKM'de asılı onu yırtıyorlardı.' Devletin olaylarda 'pırıl pırıl' ortada olduğunu söyleyen Alpman, 'Orda kalabalığa devletin güvenlik güçleri saldırdı. Bütün olay oradan çıktı. Panzer kalabalığın üzerine girdi. Bu panzere ses bombası at emrini kim verdi. O polis kendi başına onu yapamaz. Kim dedi Kalabalığa sür panzeri. Ateşten kaçanlar var' diye konuştu.
'Gazeteciler The Marmara'da dürbünlü tüfek düzeneğini gördü'
Tha Marmara'da bulunan gazetecilerinden Necati Doğru'nun anlattıklarını anımsatan Alpman, 'Necati Doğru o zaman Günaydın'da çalışıyordu. Kürsüden foto muhabirinden filmleri almış otelde de gazeteciler var onları alıp gazeteye gidecek. Necati ağabey içeri giriyor. Yukarı çıkıyor bir odanın kapısı açık. Kimsin diyorlar sen, gazeteciyim diyor kovuyorlar bunu. Ama içerde dürbünler dürbünlü tüfekler her şey var. Bu odanın adı var. 511 ve 512 numaralık iki oda. Çıkıyor dışarı. Garsona soruyor garson 'bunlar polis abi' diyorlar. O otel o gün oda da kalanların isimlerini savcılığa vermedi. Verme demişlerdi bir yerden' şeklinde konuştu.
'İnsanlar pankart demirlerine çarparak yerlere düşüyordu'
1 Mayıs 1977'de Maden İş Sendikası'nın iş yeri temsilcisi olarak alanda bulunan Munzur Pekgüleç ise yaşananlardan çok açık bir şekilde derin devlet olduğunu belirterek yaşananları şöyle anlattı: '1 Mayıs tarihinin en kalabalık alanıydı. İğne atsan yere değmeyecek bir kalabalık vardı. Her 1 Mayıs öncesinde olduğu gibi provokasyon söylentileri vardı. Bu söylentilere rağmen binlerce insan Taksim'e gelmişti. Sanırım öğleden sonraydı bütün gruplar alana gelmişti. Kemal Türkler konuşma yaparken sular idaresini üzerinden silah sesleri başladı. Nerden geldiği o zaman çok belli değildi ama kesilmedi. Büyük bir dalgalanma yaşandı. Her tarafta silah sesleri duyulmaya başladı. Meydan karıştı. İnsanlar ister istemez kaçışmaya başladı. Kaçışma esnasında zincirlerle bağlı olan dev bir pankart vardı. Demir iskelete bağlıydı. İnsanlar o demirlere çarparak yerlere düşmeye başladı. Çok zaman geçmedi. 45 dakika içinde kaçmaya başladık. İnsanlar yerlerdeydi hala.'
'Polis alanı kapattı ölümler arttı'
Dev Genç'le birlikte alana giren Kazancı Yokuşu'nda yaşananlara tanık olan Cellattein Can, alanın polis tarafından kapatılmış olası ile ölümlerin arttığın dikkat çekerek 'Polis alanı adeta sardı. Panzerin siren sesleri sürekli gelip giden arabalar, polise karşı süren çatışmalar, adeta koyunun kurda saldırması gibi herkes can havliyle sağa sola, kitle olduğu gibi kazancı yokuşuna doğru girdi. Alan kapalı olmasaydı kitle aşağıya yönelecekti, ezilme daha az olacaktı, ölümler daha az olacaktı' diye kaydetti. İnsanların Kazancı Yokuşu'nun başında adeta boğularak can verdiklerini belirten Can, 'Kazancı'nın girişinde kamyon yolu kapmıştı, kitle oraya yönelmeye başlayınca çok yığılma olmaya başladı. Kitle Sıraselviler'e doğru kaçmaya başladı orda da polislerin barikatıyla karşıladı. Oraya da gidemediler tekrar Kazancı yokuşuna doğru gelmeye başladı. İnsanlar kaçmaya çalıştıkça panzerler gelip gidiyor halkın üzerine yürüyordu. Yanı başımızda bir kadın panzerin altında kalarak yaşamını yitirdi. İnsanlar arda resmen boğularak öldüler, yerde can çekişineler vardı' diye anlattı.
Polisin İlkyardım Hastanesine yaralıların götürülmesine izin vermediğini belirten Can, 'Çoğu insan hastaneye gidemediği için öldü. Yaralıları taşımak isteyenler gözaltına alındı' diye konuştu. 1 Mayıs 1977'de 37 kişi yaşamın yitirdi 200 kişi yaralandı. Bu yıl yapılan araştırmalarda ise hayatını kaybedenlerin sayısının 44 kişi olduğu ortaya çıktı. DİSK'in bu yıl arşivini açtığı 1 Mayıs kutlamaları 1978 yılında da Taksim'de kutlandı. Kamuoyunca kutlama yapılmadığı sanılan 1978'de yine Taksim Meydanı'nda kutlama yapıldığına dair görüntüler ortaya çıktı.
Ve 12 Eylül askeri darbesi, devletin Taksim yasağı inadı ve 4 ölü
1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul'da mitinge izin vermedi. Askeri darbenin ardından 7 yıllık aradan sonra 1987'de sendikalar öncülüğünde bazı milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim insanları ile birlikte yaklaşık bin kişilik bir kitle Taksim Anıtı'na 1 Mayıs şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istedi. Kitleyi anıtın yanına bırakmayan polisler sadece milletvekillerinin anıta çelenk bırakmasına izin verdi. 1988 ve 1989'da yasak olmasına rağmen Taksim'e çıkmak için binlerce kişi yürüyüş yaptı. Yürüyüş polisin sert müdahalesiyle son buldu. 1989'da 17 yaşındaki Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. 1990'da yine Taksim'e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren aldığı kurşun yarasıyla felç oldu. 1990'lı yıllarda Taksim'e de 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmedi ve polisin açtığı ateş sonucu 1 kişi öldürüldü. Bazı yıllarda başka alanlarda yapılmak istenen 1 Mayıs kutlamalarına dahi izin veriledi. 1 Mayıs kutlamaları İstanbul'da Kadıköy'de yapılmasına izin verildi. 1996'da polisin müdahale ettiği kutlamalarda polis ateşi sonucunda Dursun Odabaşı, Yalçın Levent ve Hasan Albayarak öldürüldü.
2000'li yıllar ve 'gazlı 1 Mayıs'lar
2000'li yılların başından itibaren ise 1 Mayıs kutlamaları konusunda ise Taksim tartışmaları yeniden yaşanmaya başladı. Yasaklara rağmen 2007'de DİSK ve KESK öncülüğünde Taksim kutlamaları için yürüyüş başladı. İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah 1 Mayıs kutlamalarında 'orantılı güç' kullanacaklarını açıklamıştı. İstanbul'da Taksim'e çıkan bütün yollar trafiğe kapatıldı, vapurlar dâhil olmak üzere bütün ulaşım araçları çalışmadı. Yalova'dan İstanbul'a feribotların yanaşmasına izin vermediler. Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi başta olmak üzere, Beşiktaş, Cihangir, Gümüşsuyu, Kabataş, Nişantaşı, Tarlabaşı gaz bulutu ile kaplanmıştı. 2008 1 Mayıs'ında polisin tutumu değişmedi. Sabah saat:06.00'dan itibaren toplanma noktası olan DİSK Genel Merkezi'ne polis müdahale etti. İçeri gaz bombaları atıldı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. 2009'da 'makul sayı' anlaşmasına rağmen Taksim Meydanı'na çıkan pek çok yerde çatışmalar yaşandı.
Uygar GÜLTEKİN / Murat EROĞLU (İSTANBUL DİHA)
Avustralya'nın Melbourne kentindeki taş ve inşaat işçileri, 1856'da 8 saatlik işgünü talebiyle bir günlük iş bırakma kararı aldı. İşçiler 21 Nisan günü Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüyüş düzenledi ve her yıl tekrarlanmasına karar verildi. 1881'de yarım milyon işçiyi temsilen kurulan Örgütlü Meslek ve Emek Birlikleri Federasyonu, 8 saatlik iş günü mücadelesini ülke geneline yaymak ve işçilerin kararlılıklarını göstermek amacıyla mücadeleyi yükseltmeye başladı. Avustralyalı işçileri izleyen Amerikalılar oldu. Chicago'da toplanan Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu üyeleri, 8 saatlik işgünü için 1 Mayıs'ı grev ve 8 saat uygulamasını fiili olarak hayata geçirme günü olarak belirledi. 1 Mayıs 1886'daki greve yarım milyon işçi katıldı. Luizvil'de (Kentucky) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. Grev ve gösteriler 1 Mayıs'tan sonra da sürdü. İşçilerin çoğu 3 Mayıs'ta sokaklara çıktı. Chicago'da Mc Cormick'e ait fabrikadan atılan ve grevde olan işçiler de miting yaptı.
120 yıldır işçilerin kesintisiz bayramı
40 bin işçinin katıldığı miting sona ermek üzereyken Mc Cormick fabrika düdüğünü çalarak, içerdeki grev kırıcıları dışarı çıkarttı. Grev kırıcıları protesto etmek için bir grup işçi fabrikaya yöneldi. İşçilere ateş eden polis, 4 işçinin ölmesine neden oldu. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs'ta Hay Market Alanı'nda miting düzenlendi. Tam miting dağılırken, kürsünün önüne, nereden geldiği belli olmayan bir bomba atıldı. Hemen polisin önünde patlayan bomba nedeniyle 7 polis öldü, 69'u ise yaralandı. Yüzlerce işçi asılsız ithamlarla tutuklandı, işçi liderleri Albert Persons, Adolph Fischer, George Engel ve August Spies idam edildi. İşçi önderlerinin cenaze törenine 100 binlerce kişi katıldı. Uluslararası İşçiler Kongresi (II. Enternasyonal) 1889'da Paris'te 400 delegenin katılımıyla toplandı. Kongrede sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. 1890'dan başlamak üzere 1 Mayıs'ın, 'Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü' olarak kutlanması kabul edildi.
'Amele bayramı Türkiye'de ilk defa İzmir'de kutlandı'
Türkiye'de 1 Mayıs ilk kez Osmanlı döneminde 1905 yılında İzmir'de kutlandı. 1920'de ise işgal idaresinin ve Osmanlı hükümetinin yoğun baskılarına karşın 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak kutlandı. 1 Mayıs' 1921'de ise İstanbul'da hemen hemen bütün işçiler, özellikle Şirket-i Hayriye, Seyrü Sefain, Haliç İdaresi ve Tramvay Şirketi çalışanları kutlamalara katıldı. Binlerce işçi Saraçhane'de toplanarak, Hürriyet Tepesi'ne kadar yürüdü. 1923 1 Mayıs'ında çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler, 'yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs'ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı' talepleriyle greve çıktı. 1924 kutlamaları Türkiye Amele Birliği tarafından örgütlendi. Gösteriler engellenmek istendi ve tutuklamalar başladı. Türkiye tarihinde yasaklı 1 Mayıslar başlamış oldu. 1925'te çıkartılan Takriri Sükun Yasası ile birlikte 1976!ya kadar 1Mayıs kutlamalarına izin verilmedi. 1 Mayıs'ı kutlayanlar 'vatan hainliği' suçlanması ile yargılanır oldu.
İlk kitlesel 1 Mayıs 1976 kanlı, kanlı 1 Mayıs 1977
DİSK'in öncülüğünde 1976 1 Mayısı'nda emekçiler Taksim Meydanı'nı doldurdu. Türkiye'nin en kitlesel 1 Mayıs'ında Saraçhane'den, Beşiktaş'tan, Kabataş ve Şişli'den yürüyen 400 bin emekçi Taksim Meydanı'nı doldurmuştu. Uluslararası işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma gününün 50 yıllık aradan sonra Türkiye'de kutlanmış oldu. 1977 1 Mayıs'ı 1976'dan sonra daha kitlesel bir kutlamaya hazırlanıyordu. Taksim meydanı'nda yapılacak olan kutlama öncesinde bazı gazeteler ''Sol 1 Mayıs'ta halkı galeyana getirmek istiyor'', ''DİSK ve Maocu gruplar arasında çatışma bekleniyor!'', ''Arabalar tahrip edilecek, inşallah aldanırız ama, kanlar akacak. Çeşitli solcu gruplar arasında slogan kavgasıdır bu'' manşetleri atmaya başladı.
Tanıkları 1 Mayıs 1977'yi anlattı
DİSK Maden İş Sendikası üyesi ve Netaş fabrikasında teknisyen olarak çalışan ve 1977 1 Mayıs'ında protokol korteji görevlisi olan Nazım Alpman, kanlı 1 Mayıs'ı şöyle anlattı: 'Sabah saat 10.00'dan itibaren misafirler gelmeye başladı protokole. Saat 12.00'a doğru biz yürüyüşe başladık. Bir düğün ,bayram heyecanı içindeydik. Alana girmeye başlamıştı insanlar. Alanda bulunanlar gelen kortejleri alkışlıyordu. Kemal Türkler sendikalara üretim araçlarınızla gelin demişti. Bir fabrika büyük kamyonun üzerine torna tezgâhı yerleştirmiş, aküden elektrik alarak onu çalıştırarak geliyordu. Tekstil işçiler dokuma tezgâhı getirmişlerdi. Folklor oyunları vardı. O zaman kadar yapılan mitinglerden farklılık vardır. Alana gelenler hiç bitmiyordu. Alana bazı grupların alınmayacağı söyleniyordu, ama Kemal Türkler herkesin alana girmesini bekledi. Hükümet komiserinden bir saat daha izin alındı. Kemal Türkler 18.00 gibi konuşmasına başladı. Kurtuluş grubu 40 bin kişiydi alana girmeye devam ediyordu ve Kemal Türkler konuşmaya başlamıştı.
'Polis iki yandan kitleye panzer sürdü'
Sular İdaresinin üstünden gelen bir el silah sesinin her şeyi başlatan ses olduğunu söyleyen Alpman, saldırı anına dair şunları söyledi: 'Oradan yaylım ateşi başladı. İnsanlar Kürsüye ve alan doğru kaçmaya başladı. O zaman Sarıyer otobüs durakları vardı. İnsanlar onun arkasında yere yatmaya başladı. Komut verilerek ateş ediliyordu sanki. İnsanlar yere yatmışken The Marmara ile AKM'nin kesiştiği yerde bir tane panzer vardı. O panzer kalabalığın üzerine su sıkarak alan girdi. Sıraselviler'de de bir panzer ses bombası atarak alana girdi. Bir yerden ateş ediliyor, diğer yerden ses bombası atılıyor, diğer taraftan su sıkılıyor. Ve bunu yapanlar güvenlik kuvvetleri. İnsanlar ne yapacak. Kaçmaya başladı. Ahmet İsfan Belediye Başkanıydı. AKM'nin önünde toplum polisi vardı. Sıraya dizilmişti. Bazıları da Orhan Taylan'ın 1 Mayıs posteri vardı AKM'de asılı onu yırtıyorlardı.' Devletin olaylarda 'pırıl pırıl' ortada olduğunu söyleyen Alpman, 'Orda kalabalığa devletin güvenlik güçleri saldırdı. Bütün olay oradan çıktı. Panzer kalabalığın üzerine girdi. Bu panzere ses bombası at emrini kim verdi. O polis kendi başına onu yapamaz. Kim dedi Kalabalığa sür panzeri. Ateşten kaçanlar var' diye konuştu.
'Gazeteciler The Marmara'da dürbünlü tüfek düzeneğini gördü'
Tha Marmara'da bulunan gazetecilerinden Necati Doğru'nun anlattıklarını anımsatan Alpman, 'Necati Doğru o zaman Günaydın'da çalışıyordu. Kürsüden foto muhabirinden filmleri almış otelde de gazeteciler var onları alıp gazeteye gidecek. Necati ağabey içeri giriyor. Yukarı çıkıyor bir odanın kapısı açık. Kimsin diyorlar sen, gazeteciyim diyor kovuyorlar bunu. Ama içerde dürbünler dürbünlü tüfekler her şey var. Bu odanın adı var. 511 ve 512 numaralık iki oda. Çıkıyor dışarı. Garsona soruyor garson 'bunlar polis abi' diyorlar. O otel o gün oda da kalanların isimlerini savcılığa vermedi. Verme demişlerdi bir yerden' şeklinde konuştu.
'İnsanlar pankart demirlerine çarparak yerlere düşüyordu'
1 Mayıs 1977'de Maden İş Sendikası'nın iş yeri temsilcisi olarak alanda bulunan Munzur Pekgüleç ise yaşananlardan çok açık bir şekilde derin devlet olduğunu belirterek yaşananları şöyle anlattı: '1 Mayıs tarihinin en kalabalık alanıydı. İğne atsan yere değmeyecek bir kalabalık vardı. Her 1 Mayıs öncesinde olduğu gibi provokasyon söylentileri vardı. Bu söylentilere rağmen binlerce insan Taksim'e gelmişti. Sanırım öğleden sonraydı bütün gruplar alana gelmişti. Kemal Türkler konuşma yaparken sular idaresini üzerinden silah sesleri başladı. Nerden geldiği o zaman çok belli değildi ama kesilmedi. Büyük bir dalgalanma yaşandı. Her tarafta silah sesleri duyulmaya başladı. Meydan karıştı. İnsanlar ister istemez kaçışmaya başladı. Kaçışma esnasında zincirlerle bağlı olan dev bir pankart vardı. Demir iskelete bağlıydı. İnsanlar o demirlere çarparak yerlere düşmeye başladı. Çok zaman geçmedi. 45 dakika içinde kaçmaya başladık. İnsanlar yerlerdeydi hala.'
'Polis alanı kapattı ölümler arttı'
Dev Genç'le birlikte alana giren Kazancı Yokuşu'nda yaşananlara tanık olan Cellattein Can, alanın polis tarafından kapatılmış olası ile ölümlerin arttığın dikkat çekerek 'Polis alanı adeta sardı. Panzerin siren sesleri sürekli gelip giden arabalar, polise karşı süren çatışmalar, adeta koyunun kurda saldırması gibi herkes can havliyle sağa sola, kitle olduğu gibi kazancı yokuşuna doğru girdi. Alan kapalı olmasaydı kitle aşağıya yönelecekti, ezilme daha az olacaktı, ölümler daha az olacaktı' diye kaydetti. İnsanların Kazancı Yokuşu'nun başında adeta boğularak can verdiklerini belirten Can, 'Kazancı'nın girişinde kamyon yolu kapmıştı, kitle oraya yönelmeye başlayınca çok yığılma olmaya başladı. Kitle Sıraselviler'e doğru kaçmaya başladı orda da polislerin barikatıyla karşıladı. Oraya da gidemediler tekrar Kazancı yokuşuna doğru gelmeye başladı. İnsanlar kaçmaya çalıştıkça panzerler gelip gidiyor halkın üzerine yürüyordu. Yanı başımızda bir kadın panzerin altında kalarak yaşamını yitirdi. İnsanlar arda resmen boğularak öldüler, yerde can çekişineler vardı' diye anlattı.
Polisin İlkyardım Hastanesine yaralıların götürülmesine izin vermediğini belirten Can, 'Çoğu insan hastaneye gidemediği için öldü. Yaralıları taşımak isteyenler gözaltına alındı' diye konuştu. 1 Mayıs 1977'de 37 kişi yaşamın yitirdi 200 kişi yaralandı. Bu yıl yapılan araştırmalarda ise hayatını kaybedenlerin sayısının 44 kişi olduğu ortaya çıktı. DİSK'in bu yıl arşivini açtığı 1 Mayıs kutlamaları 1978 yılında da Taksim'de kutlandı. Kamuoyunca kutlama yapılmadığı sanılan 1978'de yine Taksim Meydanı'nda kutlama yapıldığına dair görüntüler ortaya çıktı.
Ve 12 Eylül askeri darbesi, devletin Taksim yasağı inadı ve 4 ölü
1979 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul'da mitinge izin vermedi. Askeri darbenin ardından 7 yıllık aradan sonra 1987'de sendikalar öncülüğünde bazı milletvekilleri, aydın, sanatçı ve bilim insanları ile birlikte yaklaşık bin kişilik bir kitle Taksim Anıtı'na 1 Mayıs şehitlerini anmak üzere çelenk bırakmak istedi. Kitleyi anıtın yanına bırakmayan polisler sadece milletvekillerinin anıta çelenk bırakmasına izin verdi. 1988 ve 1989'da yasak olmasına rağmen Taksim'e çıkmak için binlerce kişi yürüyüş yaptı. Yürüyüş polisin sert müdahalesiyle son buldu. 1989'da 17 yaşındaki Mehmet Akif Dalcı isimli bir işçi yaşamını yitirdi. 1990'da yine Taksim'e yürümek isteyenlere izin verilmedi. Çıkan çatışmada İTÜ Öğrencisi Gülay Beceren aldığı kurşun yarasıyla felç oldu. 1990'lı yıllarda Taksim'e de 1 Mayıs kutlamalarına izin verilmedi ve polisin açtığı ateş sonucu 1 kişi öldürüldü. Bazı yıllarda başka alanlarda yapılmak istenen 1 Mayıs kutlamalarına dahi izin veriledi. 1 Mayıs kutlamaları İstanbul'da Kadıköy'de yapılmasına izin verildi. 1996'da polisin müdahale ettiği kutlamalarda polis ateşi sonucunda Dursun Odabaşı, Yalçın Levent ve Hasan Albayarak öldürüldü.
2000'li yıllar ve 'gazlı 1 Mayıs'lar
2000'li yılların başından itibaren ise 1 Mayıs kutlamaları konusunda ise Taksim tartışmaları yeniden yaşanmaya başladı. Yasaklara rağmen 2007'de DİSK ve KESK öncülüğünde Taksim kutlamaları için yürüyüş başladı. İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah 1 Mayıs kutlamalarında 'orantılı güç' kullanacaklarını açıklamıştı. İstanbul'da Taksim'e çıkan bütün yollar trafiğe kapatıldı, vapurlar dâhil olmak üzere bütün ulaşım araçları çalışmadı. Yalova'dan İstanbul'a feribotların yanaşmasına izin vermediler. Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi başta olmak üzere, Beşiktaş, Cihangir, Gümüşsuyu, Kabataş, Nişantaşı, Tarlabaşı gaz bulutu ile kaplanmıştı. 2008 1 Mayıs'ında polisin tutumu değişmedi. Sabah saat:06.00'dan itibaren toplanma noktası olan DİSK Genel Merkezi'ne polis müdahale etti. İçeri gaz bombaları atıldı. Yüzlerce kişi gözaltına alındı. 2009'da 'makul sayı' anlaşmasına rağmen Taksim Meydanı'na çıkan pek çok yerde çatışmalar yaşandı.
Uygar GÜLTEKİN / Murat EROĞLU (İSTANBUL DİHA)
Etiketler:
1 mayıs,
amele bayramı,
dev-genç,
devrim,
dha,
diha,
disk,
hak-iş,
halkçıgörüş,
halkın gençliği,
kanlı 1mayıs,
kesk,
maden iş sendikası,
osmanlı imparatorluğu,
sosyalist,
türk-iş
28 Nisan 2010 Çarşamba
77'den 2010'a 1 Mayıs
Cumartesi günü 32 yıl sonra Taksim’de 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlaması yapılacak.
Taksim son kez 1 Mayıs 1978’de işçilere verilmişti. Bir sonraki yıl artık Türkiye 12 Eylül’ü “olgunlaştırma” sürecinde epeyce yol almıştı. Ülkenin bazı kentlerinde sıkıyönetim ilan edilmişti. İstanbul’a da 1. Ordu Komutanı Org. Necdet Üruğ damgasını vurmuştu.
1 Mayıs 1979 günü sokağa çıkma yasağı ilan etti!
Zaten 12 Eylül’ün de vakti tamamdı, bir yıl sonra geldiler, herkesin işini bitirdiler!
Gençler için yukarıdaki “olgunlaştırma” vurgusunun açıklanması gerekiyor. 1980’de 2. Ordu Komutanı olan Org. Bedrettin Demirel, yıllar sonra Milliyet’teki bir Pazar söyleşisinde Yener Süsoy’a “aslında 12 Eylül’ü bir yıl önce yapacaktık” demişti:
-Ama olgunlaşmasını bekledik!
Bekledikleri “olgunlaşma” yılı içinde Nihat Erim, Gün Sazak ve Kemal Türkler’i öldürttüler!
DİSK VE 1 MAYIS
Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir köşe noktası oluşturan 1 Mayıs 1977, işçi sınıfının en güçlü olduğu dönemleri de simgeler. Türkiye’de grevli toplu sözleşmelerin başladığı yıl olan 1963 ile 1990 arasındaki dönemi kapsayan bir araştırmada işçi ücretlerinin satın alma değeri açısından (gerçek ücret) en yükseğe çıktığı yıl 1977 olmuştu.
O yıllarda fabrikalara giren işçilere “kaç lira saat ücreti verdiler?” diye sorulmazdı:
-Fabrika’da DİSK var mı? denilirdi…
Eğen işyerinde DİSK’e bağlı bir sendika var ise ücretler nasıl olsa bir toplu sözleşmede yaşanılır seviyeye çıkacaktı!
Neden?
Onun cevabını da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın işçi sınıfına yazdığı güzelleme veriyordu:
“DİSK’in sesi bu!
He hey de hey,
susmaz kimse!
Grev mi yaptık,
He hey de hey hey,
dönmez kimse!”
DİSK işçi sınıfı için doğrudan “kölelikten kurtuluş” anlamına geliyordu.
O yüzden 1477 kişilik dev bir dava açtılar 12 Eylül’de… Ve tam 50 yöneticisi için de idam istediler!
DİSK işçi sınıfının kökleriyle ve uluslararası sınıf mücadelesiyle bağlarını kurdu, geliştirdi, uyguladı, yaşattı!
1 Mayıs işte böylesi bir çabanın sonucu olarak ortaya çıktı.
BAHAR VE İŞÇİ BAYRAMI
DİSK ilk olarak 1976’da 1 Mayıs’ı Taksim’de yığınsal bir törenle kutladı. Ondan önceki yasal 1 Mayıs, 1925’te kutlanmıştı. Sonra Takrir-i Sükûn Kanunu (suskunluk-sessizlik) ile on yıllar yasaklar altında geçti.
DİSK 1976’da 1 Mayıs İşçi Bayramı’dır deyince Türkiye’nin yalan makineleri cehalet çarklarına asıldı, halkın gözlerindeki perde kalkmasın diye:
-1 Mayıs işçilerin değil sadece komünistlerin bayramıdır!
Şaka gibi gelecek ama bu koro içinde TÜRK-İŞ yönetimi de vardı. TÜRK-İŞ, 1977’de 1 Mayıs’a şöyle bakıyordu:
“1 Mayıs’ın amacı sosyalizmi geliştirmektir. Bu durum Anayasamızın reddettiği bir doktrindir!”(*)
Bu bildirileri yayınlayan TÜRK-İŞ yönetimi, 30 Nisan günü koşarak Esenboğa Havaalanı’na giderler, uçaklara atladıkları gibi soluğu Moskova, Berlin, Paris, Londra gibi büyük merkezlerdeki 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarına katılırlardı.
Basın da evlere şenlikti… Mesela mesleki yeteneği ve bilgisi tartışılmaz olan Güneri Civaoğlu, 29 Nisan 1977 tarihli Tercüman’daki köşesinde şöyle yazıyordu:
“DİSK’in önderliğindeki sol kuruluşlar ‘İşçi Bayramı’ olarak ilan ettikleri…”(**)
Oysa 1 Mayıs’ı DİSK değil, 1889 yılı temmuz ayında Paris’te toplanan II. Enternasyonal Amerikan işçi sınıfının 1886’daki 8 saatlik işgünü direnişini ölümsüzleştirmek için İşçi Bayramı ilan etmişti.
O GÜNLER GEÇTİ
Neyse ki o günler geçti, geldik bugünlere…
TÜRK-İŞ 1 Mayıs için İstanbul Valiliği’ne başvuruyu yapan işçi örgütü haline geldi. Artık entelektüel gazeteciler de 1 Mayıs için dünyadaki tarihinden farklı bilgiler vermiyorlar.
1 Mayıs 1977’den günümüze aradan geçen 32 yılda hiç kimse eskisi gibi değil. Sendikalar da eski güçlü yapılarından uzaklaştırıldılar. Sendikalı işçi sayısı düştü.
Bu koşullarda, 1 Mayıs’ı özlemiyle birlikte önemi daha da arttı.
Çünkü işçi sınıfı gücü oranında yaşama ağırlığını koyabilir. O yıllarda DİSK Başkanı Kemal Türkler’in ile sonraki Başkan Abdullah Baştürk’ün siyasi parti liderlerinden öte ağırlıkları, saygınlıkları vardı.
1 Mayıs 2010 ile birlikte işçi sınıfı ve tüm emekçiler eski günlerine doğru sahici bir adım atıyorlar. Akıllarda ve kalplerde “güzel günler” var. Bütün duyguların özeti sadece bir satıra sığabiliyor:
-1 Mayıs özlemi ve önemi!
Taksim son kez 1 Mayıs 1978’de işçilere verilmişti. Bir sonraki yıl artık Türkiye 12 Eylül’ü “olgunlaştırma” sürecinde epeyce yol almıştı. Ülkenin bazı kentlerinde sıkıyönetim ilan edilmişti. İstanbul’a da 1. Ordu Komutanı Org. Necdet Üruğ damgasını vurmuştu.
1 Mayıs 1979 günü sokağa çıkma yasağı ilan etti!
Zaten 12 Eylül’ün de vakti tamamdı, bir yıl sonra geldiler, herkesin işini bitirdiler!
Gençler için yukarıdaki “olgunlaştırma” vurgusunun açıklanması gerekiyor. 1980’de 2. Ordu Komutanı olan Org. Bedrettin Demirel, yıllar sonra Milliyet’teki bir Pazar söyleşisinde Yener Süsoy’a “aslında 12 Eylül’ü bir yıl önce yapacaktık” demişti:
-Ama olgunlaşmasını bekledik!
Bekledikleri “olgunlaşma” yılı içinde Nihat Erim, Gün Sazak ve Kemal Türkler’i öldürttüler!
DİSK VE 1 MAYIS
Türkiye’nin yakın tarihinde önemli bir köşe noktası oluşturan 1 Mayıs 1977, işçi sınıfının en güçlü olduğu dönemleri de simgeler. Türkiye’de grevli toplu sözleşmelerin başladığı yıl olan 1963 ile 1990 arasındaki dönemi kapsayan bir araştırmada işçi ücretlerinin satın alma değeri açısından (gerçek ücret) en yükseğe çıktığı yıl 1977 olmuştu.
O yıllarda fabrikalara giren işçilere “kaç lira saat ücreti verdiler?” diye sorulmazdı:
-Fabrika’da DİSK var mı? denilirdi…
Eğen işyerinde DİSK’e bağlı bir sendika var ise ücretler nasıl olsa bir toplu sözleşmede yaşanılır seviyeye çıkacaktı!
Neden?
Onun cevabını da Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın işçi sınıfına yazdığı güzelleme veriyordu:
“DİSK’in sesi bu!
He hey de hey,
susmaz kimse!
Grev mi yaptık,
He hey de hey hey,
dönmez kimse!”
DİSK işçi sınıfı için doğrudan “kölelikten kurtuluş” anlamına geliyordu.
O yüzden 1477 kişilik dev bir dava açtılar 12 Eylül’de… Ve tam 50 yöneticisi için de idam istediler!
DİSK işçi sınıfının kökleriyle ve uluslararası sınıf mücadelesiyle bağlarını kurdu, geliştirdi, uyguladı, yaşattı!
1 Mayıs işte böylesi bir çabanın sonucu olarak ortaya çıktı.
BAHAR VE İŞÇİ BAYRAMI
DİSK ilk olarak 1976’da 1 Mayıs’ı Taksim’de yığınsal bir törenle kutladı. Ondan önceki yasal 1 Mayıs, 1925’te kutlanmıştı. Sonra Takrir-i Sükûn Kanunu (suskunluk-sessizlik) ile on yıllar yasaklar altında geçti.
DİSK 1976’da 1 Mayıs İşçi Bayramı’dır deyince Türkiye’nin yalan makineleri cehalet çarklarına asıldı, halkın gözlerindeki perde kalkmasın diye:
-1 Mayıs işçilerin değil sadece komünistlerin bayramıdır!
Şaka gibi gelecek ama bu koro içinde TÜRK-İŞ yönetimi de vardı. TÜRK-İŞ, 1977’de 1 Mayıs’a şöyle bakıyordu:
“1 Mayıs’ın amacı sosyalizmi geliştirmektir. Bu durum Anayasamızın reddettiği bir doktrindir!”(*)
Bu bildirileri yayınlayan TÜRK-İŞ yönetimi, 30 Nisan günü koşarak Esenboğa Havaalanı’na giderler, uçaklara atladıkları gibi soluğu Moskova, Berlin, Paris, Londra gibi büyük merkezlerdeki 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamalarına katılırlardı.
Basın da evlere şenlikti… Mesela mesleki yeteneği ve bilgisi tartışılmaz olan Güneri Civaoğlu, 29 Nisan 1977 tarihli Tercüman’daki köşesinde şöyle yazıyordu:
“DİSK’in önderliğindeki sol kuruluşlar ‘İşçi Bayramı’ olarak ilan ettikleri…”(**)
Oysa 1 Mayıs’ı DİSK değil, 1889 yılı temmuz ayında Paris’te toplanan II. Enternasyonal Amerikan işçi sınıfının 1886’daki 8 saatlik işgünü direnişini ölümsüzleştirmek için İşçi Bayramı ilan etmişti.
O GÜNLER GEÇTİ
Neyse ki o günler geçti, geldik bugünlere…
TÜRK-İŞ 1 Mayıs için İstanbul Valiliği’ne başvuruyu yapan işçi örgütü haline geldi. Artık entelektüel gazeteciler de 1 Mayıs için dünyadaki tarihinden farklı bilgiler vermiyorlar.
1 Mayıs 1977’den günümüze aradan geçen 32 yılda hiç kimse eskisi gibi değil. Sendikalar da eski güçlü yapılarından uzaklaştırıldılar. Sendikalı işçi sayısı düştü.
Bu koşullarda, 1 Mayıs’ı özlemiyle birlikte önemi daha da arttı.
Çünkü işçi sınıfı gücü oranında yaşama ağırlığını koyabilir. O yıllarda DİSK Başkanı Kemal Türkler’in ile sonraki Başkan Abdullah Baştürk’ün siyasi parti liderlerinden öte ağırlıkları, saygınlıkları vardı.
1 Mayıs 2010 ile birlikte işçi sınıfı ve tüm emekçiler eski günlerine doğru sahici bir adım atıyorlar. Akıllarda ve kalplerde “güzel günler” var. Bütün duyguların özeti sadece bir satıra sığabiliyor:
-1 Mayıs özlemi ve önemi!
Nazım ALPMAN - İNTERNET HABER
Etiketler:
1 mayıs,
devrim,
disk,
gün sazak,
hak-iş,
halkçıgörüş,
halkıngençliği,
işçi bayramı,
işçi sınıfı,
nazım alpman,
nihat erim,
proleterya,
sendika,
sosyalizm,
taksim,
türk-iş
EMEKÇİLER 1 MAYIS’I GÜVENCESİZ ÇALIŞMANIN GÖLGESİNDE KUTLAYACAK
İşçi ve kamu emekçisi sendikaları 1 Mayıs için ortak bildiri hazırladı. Taksim Meydanı’nın 33 yıl aradan sonra kutlamalara açtırılması sonrası gerilimden uzak kapsamlı 1 Mayıs kutlaması hazırlıkları çalışması da hız kazandı.
Alınan bilgiye göre, 1 Mayıs’ı tüm Türkiye’de birlikte kutlayacak. KESK, DİSK, Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen ve Türkiye Kamu-Sen etkinlikler için ortak bildiri kaleme aldı.
"Barış için, özgürlük için, demokrasi için, ekmek için, daha güzel bir dünyada sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam i çin birlikteyiz" ifadeleriyle başlayan bildiride, her türlü baskıya inat, hak ve özgürlükler için dayanışma içinde olunduğu vurgulandı.
Sosyal adalet, eşitlik, bağımsızlık ve sendikal haklar için 1 Mayıs’ta başta Taksim olmak üzere alanlarda omuz omuza gelindiği belirtilen bildiride, emekçilerin uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü, emeğin bayramının 1 Mayıs’ın hep birlikte barış içinde, kardeşçe kutlandığı ifade edildi.
SENDİKASIZLAŞTIRMA YAYGINLAŞIYOR
1 Mayıs’ın güvencesiz, kuralsız çalışmanın yaygınlaştığı koşullarda karşılandığına yer verilen bildiride, şunlar kaydedildi:
"Emekçilerin yarısı kayıt dışında çalışıyor. Esnek, güvencesiz ve kuralsız çalışma kural haline geliyor, 4/C uygulamasına, kölelik düzenine mahkum ediliyor. Sendikasızlaştırma yaygınlaşıyor, sendikal örgütlenmenin önüne engeller çıkarılıyor. Örgütlenen işçiler işten atılıyor. Başta madenler olmak üzere, iş kazası adı verilen cinayetler durmak bilmiyor.
Biz sosyal adalet, eşitlik ve demokrasi istiyoruz. Özgürlükçü, eşitlikçi sivil demokratik bir anayasa ve yasalar istiyoruz. Tüm çalışanların grevli, toplu sözleşmeli sendikal haklara sahip olduğu bir Türkiye için sesimizi yükseltiyor, demokrasiden ve sosyal devletten vazgeçmeyeceğimizi bildiriyoruz.
Bir kez daha hükümete sesleniyoruz:
• 1 Mayıs 1977’de kaybettiklerimizin faillerinin bulunmasını, adalet önüne çıkarılmasını,
• İşsizliğin önlenmesini,
• Kiralık işçilik düzenlemesinden vazgeçilmesini,
• Kıdem tazminatı hakkımıza dokunulmamasını,
• 4/C ve benzeri uygulamalardan vazgeçilmesini,
• İşsizlik Sigortası Fonu’nun işsizler için daha etkin kullanılmasını,
• Vergi adaletsizliğinin giderilmesini,• Sağlık ve sigorta haklarımızdaki mağduriyetin giderilmesini,
• Asgari ücretin insan onuruna yakışır olmasını,
• İş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin arttırılmasını,
• Anti demokratik yasaların değiştirilmesini,
• Örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılmasını,
• Taşeronlaşma ve kayıt dışı ekonominin engellenmesini,
• Özelleştirmelerin durdurulmasını, sosyal devletin daha etkin olmasını,
• Emekçilerin sesine kulak verilmesini istiyoruz."
KESK ~ DİSK ~ HAK-İŞ ~ TÜRK-İŞ
Etiketler:
1mayıs,
disk,
hak-iş,
halkçı görüş,
halkın gençliği,
işçi,
işçi sınıfı,
kesk,
kıdem tazminatı,
memur-sen,
sendika,
sgk,
sosyal adalet,
sosyalizm,
ssk,
türk-iş,
türkiye kamu-sen
27 Nisan 2010 Salı
YOKSULUN DERDİNE KİM YANAR?
EKONOMİK KRİZ YOKSULU VURDU
Dünya Bankası ve IMF'nin ortak "Krizden Sonra Binyıl Kalkınma Hedefleri" başlıklı 2010 Küresel İzleme Raporu (Global Monitoring Report) yayımlandı. Raporda, zaten var olan sorunların küresel ekonomik krizle birleştiği, 13 ülkede yapılan bir yoksulluk gözlem araştırmasında yer alan Türkiye bölümünde şu değerlendirmede bulunuldu:
“Türkiye'de en yoksul hane halkları, ücret ve kendi işvereni olanların serbest meslek gelirlerinde en büyük kayıpları yaşadı. En yoksul yüzde 20'lik kesimin yaklaşık yüzde 91'i gelir kaybına uğrarken en zengin yüzde 20'lik kesim de bir miktar gelir kaybı gördü. Sosyal güvenlik ağı en yoksul ailelerin sadece yüzde 20'sini kapsadı, eldeki varlıkların satışını, tasarrufların harcanmasını ve destek için başka gayrı resmi kaynaklar bulunmasını zorunlu kıldı.
En yoksul ailelerin yüzde 75'i çocuklarının gıda harcamalarında kesinti yaptı, yüzde 29'u sağlıkta, yüzde 14'ü de eğitimde kesintiye gitti. Orta sınıf hane halkları dahi özellikle eğitim harcamalarını kıstı.
» Daha yoksul bir yaşama itildiler
» Ailelerin yüzde 73'ü küresel ekonomik kriz nedeniyle daha ucuz gıdalara yöneldi.
» Yurttaşların yüzde 65'i gıda dışı ürünlerde daha ucuza yöneldi.
» Yüzde 53 gıda tüketimini azalttı.
» Araştırmada sorulara yanıt verenlerin yüzde 49'u arkadaşlarıyla daha az görüşmeye başladı.
» Yüzde 48'i gıda dışı ürün almayı kesti.
» Yüzde 31'i ulaşım türünü değiştirdi.
» Yüzde 30'u bilgi-iletişim hizmetlerinden daha az yararlanmaya başladı.
» Yüzde 26'sı önleyici sağlık hizmetleri itibarıyla doktor kontrollerini azalttı.
» Yüzde 21'i sağlık hizmetlerinden eskisine oranla daha az yararlanmaya başladı.
» Hane halklarından yüzde 10'u ise aile içinde dil, bilgisayar ve diğer türdeki kursların bırakıldığını, okul giriş ücretlerinin ödenmemeye başlandığını ya da geciktirildiğini belirtti.
Yoksullar için umut yok
Önümüzdeki beş yılı değerlendiren 2010 Küresel İzleme Raporu’nda yoksulların geleceğiyle ilgili şu görüşlere yer verildi:
Küresel ekonomik kriz gelişmekte olan ülkelerde yoksulluğun azaltılması adımlarını yavaşlattı ve Binyıl Kalkınma Hedeflerine ilerlemeyi engelledi. Krizin Binyıl Kalkınma Hedeflerinde özellikle açlıkla mücadele, ana ve çocuk sağlığı, kadın-erkek fırsat eşitliği, temiz suya erişim ve salgın kontrolü gibi alanlarda olumsuz etkide bulundu ve etki 2015 yılının oldukça ötesine geçecek. Sonuç olarak kriz nedeniyle 53 milyon insan daha 2015 yılına kadar aşırı yoksul olacak" saptamasını yaptı. Buna göre aşırı yoksul sayısı beş yıl sonra 920 milyona ulaşacak, ancak bu sayının 1990'daki 1 milyar 800 milyon kişiyle kıyaslandığında hatırı sayılır bir düşüşe karşılık geldiği belirtildi. Rapordaki tahminler çerçevesinde gelişmekte olan ülkelerin hala, 2015 yılı itibarıyla aşırı yoksul sayısının 1990'daki seviyesinin yüzde 42'sine indirmek şeklindeki ilk Binyıl Kalkınma Hedefini gerçekleştirme yolunda bulunduğu da kaydedildi.
BİRGÜN GAZETESİ
24 Nisan 2010 Cumartesi
KALKINMA YARIŞINDA GERİ KALDIK
TİSK eleştirdi: Küresel kalkınma yarışında Türkiye ciddi atak yapamadı
TİSK kalkınma yarışındaki temel göstergenin satın alma gücü paritesine göre GSYH olduğuna dikkat çekerek “1991 yılında en zengin 15 ülke ile aramızdaki kalkınmışlık farkı yüzde 71.4 düzeyindeydi. Şimdi de yüzde 69.1 seviyesinde. Türkiye zengin ülkelerle arayı kapatamadı, üstelik Polonya, Güney Kore, Macaristan, Slovakya gibi ülkeler bizden çok hızlı koştu” açıklaması yaptı
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’ndan (TİSK) yapılan açıklamada, Türkiye’nin son 18 yılda küresel kalkınma yarışında ciddi bir atak yapamadığı, buna karşılık bir çok gelişmekte olan ülkenin “çok daha hızlı koşarak” Türkiye’nin önüne geçtiği belirtildi.
TİSK’ten yapılan yazılı açıklamada, bir ülkenin kalkınma yarışındaki başarısının “göreli” olduğu ve en önde koşanlarla arasındaki mesafenin değişimiyle ölçüldüğü ifade edilerek, satınalma gücü paritesine göre ABD Doları olarak Kişi Başına Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın (GSYH) temel gösterge kabul edildiği belirtildi.
Yetişemedik, geçildik
Bu çerçevede OECD verilerine göre, Türkiye ile dünyanın en zengin 15 ülkesi arasındaki kalkınmışlık farkının, 1991’de yüzde 71.4 düzeyinde olduğu, 2001’de yüzde 73.8’e yükseldiği, 2002-2007 döneminde ise azalarak yüzde 68.1’e kadar gerilediği anlatıldı. Olumlu sürecin krizle kesildiği ve farkın 2009’da yüzde 69.1’e yükseldiği belirtilen açıklamada, şunlar kaydedildi:
“18 yıllık dönemde gelişmiş ülkelerle olan kalkınmışlık farkımız, bazen biraz altına inmek, bazen de biraz üstüne çıkmakla birlikte, yüzde eksi 70 çizgisi civarında olmuştur. Türkiye’ye ait trend, zengin ülkelerle arayı kapatmaya yönelik, istikrarlı bir yükseliş niteliği göstermemiştir. Buna karşılık, kimi gelişmekte olan ve ekonomileri Türkiye Ekonomisi ile rekabet eden ülkeler kalkınma yarışında Türkiye’ye kıyasla çok daha hızlı koşmaktadır. Örneğin dönem başında Türkiye’ye kıyasla dezavantajlı durumda olan Polonya yüzde -73’ten yüzde -55’e yükselmiş, Güney Kore ise yüzde -56’dan yüzde -31’e fırlamıştır. Zengin ülkelere göre kalkınmışlık farkı Türkiye açısından 2.3 puan azalmış, Hindistan farkı 2.8 puan, Macaristan 6.5 puan, Çek Cumhuriyeti 8.3 puan, Çin 9,8 puan, Polonya 18.2 puan, Slovakya 18.5 puan, Kore 25.1 puan azaltmayı başarmıştır.”
Türkiye’nin son 18 yılda kalkınma yarışında ciddi bir atak yapamadığı, buna karşılık birçok ülkenin kalkınmada “sıçrama” gerçekleştirdiği tespitine yer verilen açıklamada, “Türkiye’nin hem gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı hızlı şekilde kapatamadığı, hem de yakın geçmişte Türkiye’nin gerisinde bulunan gelişmekte olan birçok ülkenin Türkiye’nin önüne geçtiği bir süreç yaşanmaktadır” denildi.
Açıklamada, Türkiye’nin kalkınma yarışında geride kalmaması için büyüme ve sanayi stratejilerini yenileyerek, yüksek katma değerli mal ve hizmet üretimine geçmesinin zorunlu olduğu vurgulandı ve bu amaçla hükümet ile yatırımcıların stratejik ortaklık yapması gerektiği belirtildi.
VATAN GAZETESİ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)